23 Kasım 2006

sabah vapura bindim, vapurun iskelede sabit durmasını sağlayan ipleri koptu ben biner binmez. nasıl heyecan oldu birden. garip bir sevinç oldu içimde. macera yaşayacağız diye mi, mağdur olmak o an hoşuma gitti diye mi anlayamadım. ama vapur açıklara sürükleniyor, hatta batıyor, kayboluyoruz fikri hoşuma gitti nedense. günlük hayatın gidişine dur demek için iyi bir kapı açabilir diye düşünmüş olabilirim.

06 Kasım 2006

ufak tefek yaşlı kadının çocuğun yüzüne şevkatle dokunduğu ana bittim.

bu amca hijyene bağlamış kendini sanırım. bir de kendi sitesi var. anlatıyor ve video çekmiş gösteriyor. diş nasıl fırçalanır, saç nasıl taranır, kulak nasıl temizlenir, nasıl traş olunur...

http://users.erols.com/interlac/homehy/

sitesine şuradan bakılabilir;

http://users.erols.com/interlac/homehy/iron.htm

okudukça şaşırdım aslında. gömlekleri kurutma makinasına atıp, saatini 18 dakikaya ayarlıyor, 18 dakika sonra tam kurumamış gömlekleri çıkarıp sadece bazı kısımlarını ütülüyor, sonra kendi haline kurumaya bırakıyor, kendi haline kururken diğer kısımları da ütülenmiş gibi oluyor sanırım. takıldığım yer ise başka. bu işlemi 18inci dakikada yapması gerektiğini nasıl buldu, düşünmek istemedim.



amcanın saçına, bıyığına bayıldım.


kestikten sonra bıçağı kullanarak hamurum katlarını açmasında sihir var gibi.

what to do with the rest of your body

site çok güzel bir fikirle kurulmuş. yemeklerin, içeceklerin hazırlanışından , manikür nasıl yapılıra kadar geniş bir aralıkta açıklayıcı videolar var. bunu komik bulduğumu söylemeliyim, çocuğun boynundaki izi saklarken yüz ifadesi çok güzel.

19 Ekim 2006

orhan pamuk nobel aldı. günlerdir bu konudan başka birşey yok medyada. bazıları çıkıp ne kadar sevindiğini, bazıları ne kadar üzüldüğünü, bu ödülün şaibeli olduğunu efendim sanki kendisine verilse geri verebilecek kadar kendine söz geçirebilecek güce sahipmiş gibi, orhan pamuk'un bu ödülü kabul etmemesi gerektiğini söylüyor. çok konuşuyor ve az şey ifade ediyor çoğu, konuşmaların çoğu boş, bilgiden yoksun...öyle ki gayet serinkanlılıkla başlayan konuşmacılar bile- konuştukça ve aslında bu konu üzerine söyleyebilecekleri sadece birkaç cümle olmasına rağmen -bu konudan yola çıkarak, savundukları ve kendilerini içine kilitledikleri kendi hayatlarının gazına kaptırıp, cahil benliklerinin kendilerini esir alışını bize izlettiriyorlar. cahillik hep kutsanıyor.

orhan pamuk nobel aldı diye benim olumlu yada olumsuz bir hissim olmadı. yani sevindim diyemem, üzüldüm diyemem. ne zaman ki gazetelerde ropörtajlarını ve nasıl çalıştığını okudum o zaman bir hissim oldu. kıskançlık.

ama tabi bu konuyla ilgili bir fikrim hep vardı. kendisi için çok önemli bir ödül olduğu açıktır. kimse tarihe geçme fırsatı yakalamış birinden bu fırsatı geri tepmesini beklemesin, herkes kendine sorsun önce. acaba ben verirmiydim geri? üstelikte gerçekten çok önemli bir ödül bu.

tüm bu olanlar sonrasında edindiğim hissim ve aslında hep var olan fikrim, biroluyor ve daha önce defalarca okumak için çaba sarfettiğim ama bir türlü içine giremediğim orhan pamuk romanlarını yeniden okuma isteği uyandırıyor.

09 Ekim 2006

bu ara şu iki ruh hali arasında devamlı gidip geliyorum. hani neredeyse bir gün öyle bir gün böyle hissediyorum.

kayboldum. yolumu bulamıyorum. endişelerimden kurtulamıyor, hayata bağlanamıyorum.

çözebilirim tüm bunları. iyi gidiyor. neyi istediğimi tam bilmiyorum evet ama neleri istemediğimi biliyorum. kolibasili the gerçek yanımda.

18 Eylül 2006

sol elle yazı yazmak için yazmayı ilk öğrendiğim dönemlere ve tekniklere dönmem gerekti. önce yukarıdan aşağıya çizgiler, sonra eğik çizgiler, sonra alfabeyi yazacağım. henüz ilk aşamadayım, dik çizgileri yapıyorum.

14 Eylül 2006

insan sonradan solak olabilirmi? daha doğrusu şöyle; insan sağ eliyle yazarken, bir anda sol eliyle de yazabilmeyi isteyebilir mi? isteyebiliyor ama olabiliyormu, göreceğiz artık.

12 Eylül 2006

sarı kulak, yada amat, yada afat, adı konusunda kolibasili the gerçekle uzlaşmaya varamadığımız o küçük sıpa, gnam gnam diye verilenleri öğütmeye devam ediyor. havalar soğudu diye kendisine ayakkabı kutusundan yuva yaptım, içine sıcak tutması için birkaç şey koydum. keyfine diyecek yoktu sıpanın. yuvanın içinden çıkmıyor. elimi soktum biraz seveyim diye, bir ısıtmış yuvayı, oooohhhh. o öyle rahat uyuyunca ben de rahat uyudum dün gece.

08 Eylül 2006

tatilde garip bir an yaşadım. aslında böyle bir hissi daha önce hiç yaşamamıştım diyebilirim. kaldığımız yer iki tarafı da dağlarla çevrili, etrafında bir tane bile ışık olmayan, doğası çok güzel bir yerdi.

gecenin ilerleyen saatlerinde, tüm insan ve insan yaratımı seslerin kesildiği o sıralarda, çimenlerin üzerinde yatmış etrafa bakarken ve o an sanki gözüme el değmemiş gibi görünen, o doğanın içinde kendime bakarken, çok uzun bir yolculuktan gelmiş yorgun bir hayvanmışım gibi hissettim. yatıyordum, huzur ve huzursuzluk içiçe geçmiş kafamı karıştırıyor, beni gerçeklikle gerçek olmayan arasında sürükleyip duruyordu.

çok çok eski zamanlardaki insansı canlılar gibi hissettim ilk defa. bomboş arazide bulunan tek bir ağacın altında yatıyordum. her iki yanımda kocaman dağlar ve çokkkk üstümde gökyüzü... ilk defa gökyüzünü böyle gördüm. daha önce insansı romantik hayallerle bakmıştım, oysa şimdi bilinmezin kendisiydi, belki de sırf bu yüzden korkutucuydu, çok büyük ve lacivert - siyah görünüyordu. tüm bunlara rağmen,birkaç saniyelikte olsa, her zamankinden daha büyük yakınlık duydum gökyüzüne, benim ait olduğum yere aitti, bendendi sanki...

ben, eski zamanlardaki insansı canlı olarak, kendimi korumam gerektiğini düşünüyor, yatmak için doğru yeri seçip seçmediğim konusunda karar veremiyordum, belkide hangi kriterlere göre seçileceğini bilmeyen şimdiki ben arada sırada kendini gösterdiği içindi. onu kovmaya çalışıyor, bu hiç bilmediğim duygunun peşinden koşmak istiyordum, en azından bir süre...

açmıydım, hayır değildim, peki ne yemiştim? bilmiyordum. güvende miydim? öyle görünüyordu. burası neresiydi? nasıl gelmiştim? yorgun hissediyordum kendimi, birşeyden kaçmış gibi hissetmiyordum ama, yürümüş olmalıydım. su kenarına geldiğime göre bunun bir nedeni vardı ama bilmiyordum işte.

ben peşinden koştukça bu düşün, yavaş yavaş o benden uzaklaştı ve sonra zihnimden kaydı ve yokoldu. kendimi zorladım. insan bazen uyanıpta rüyasına devam etmek için kendini zorlarsa , kaldığı yerden, üstelik aynı tatta rüyası devam eder. ama bu olmadı, yakalayamadık birbirimizi, ben mi kaçtım ondan, o mu hızla uzaklaştı benden bilemedim.

07 Eylül 2006

bir pasaklı sarı kulak evimizin önünü mesken etti. kendisi yavru henüz, annesi ve kardeşleri yok, tek başına. motorun üzerinde uyuyor, benim verdiğim yemekleri yiyor ve suyu içiyor, arabaların kaportalarının içlerine girip pasaklılıkta sınır tanımıyor.

öyle kötü ve zor ki, o kendini sevdirirken, yada benim ayaklarıma dolaşırken onun üzerine kapıları kapatmak. o dışarıda kalırken kendi güvenli ve sıcak yuvamıza çekilmek, hayatımızın içine alamamak, ona da küçücük bir yer açamamak... bazen karşı tarafın yaşadığı acıdan daha fazla olabiliyor sana yaşattığı acı demişti bir arkadaşım. öyle mi gerçekten? dünya düzenine katlanacak gücüm kalmıyor çoğu zaman, kaldıramıyorum.

bugün dolunay var. dün ve sanirim bugün biraz gergin...

tatilden çok güzel bir ruh haliyle dönmüştüm, dinlenmiş, sakinleşmiş, zihnim berraklaşmıştı sanki. üstelik kalıcı olduğunu düşünmüştüm, artık öğrenmiştim nasıl olsa. oysa dönüşümden beri mevcut durumu korumak için çaba sarfetmem gerektiği konusunda beni sürekli uyaran içsesime kulak vermediğimde, bunu uzun süre koruyamayacağımı bilmeliydim. emeklerim boşa mı gitti? sanmıyorum. artık nasıl yapıldığını biraz biliyorum ve öğrenmeye de her zamankinden daha fazla açığım. ay güzeldir. baksanıza ne güzel şekillere girebiliyor.

31 Ağustos 2006

duman

ne yazacağımı bilmiyorum bunun altına.

29 Ağustos 2006

elif şafak'ın baba ve piç adlı kitabını okudum çok beğendim. tezer özlü'den sonra başka bir kadın türk yazar okumama konusundaki yersiz inadımı elif şafak kırdı. tüm kitaplarını sipariş ettim. dilini, bir duygu yada durumun anlatımına en çok yaklaşabilecek kelimeleri seçmesindeki ustalığını, kurgusunu, baktığı yeri - ki herhalde baktığı yer sabit değil, hep bir başkası olarak bakabilmeyi seviyor- çok beğendim. kitabın örgüsünde tesadüflerin bu kadar çok yer alması küçük bir sıkıntı yarattı bende o kadar, onun dışında kitabı çok doyurucu buldum, aç kalmadım, tıka basa yemedim, ağzıma sevmediğim hiçbir tat gelmedi.
portishead only you

videosu biraz karanlık çıkmış ama yine de çok güzel. parça çok çok güzel, böyle evde yanlız kalıpta, küveti doldurup girdiğimde beynimin içinde çalan müziklere benziyor.

28 Ağustos 2006

uzun zamandan sonra yine devam. en son tatile gidiyorduk ve sarı'yı ne yapacağımızı bilmez halde kendimize işkence ediyorduk. evet burada kalmıştık.

sarı'yla ilgili kısmı;

tatile gittik, gitmeden bir gün önce veterineri aradım, hayır götürmeyin dedi. hem çok sıcak olduğu için yolda daha huzursuz olur hem de o sizden daha çok yaşadığı eve bağlı. neeeeeeeee dedim, bozuldum yani biraz ama tabi tüm önlemleri alarak ve iki arkadaşıma evin anahtarını verip, hergün sarı'yla oynayacaklarına dair ant içtirip, büyük bir üzüntüyle, yanlış birşey yapıyormuşum hissiyle evden ayrıldım. iki üç gün sonra, özellikle denizle karşılaştıktan sonra bu his geçti.

yolculuk öncesi ;

cumartesi günü kendimizi kasmadan öğleden sonra gibi yola çıktık. burada açıklama yapmadan geçmek istemem. normalde yola çıkış konusunda biraz takıntılıyımdır, sabah çok erken çıkılmasının gerekliliği ile ilgili yüzlerce neden sayabilirim. ama bu tatil farklı, hiçbir şey daha önceki gibi olmayacak, hiçbir şey için kasmayacağım, içimde beni devamlı telaşlandıran ve endişelendiren o sesi durduracağım diye ant içtim bir kere. bu nedenle yapılması gereken herşeyi normal süresinde yapmayı bırak, daha da ağırdan alıp, sonuca giden yolu uzattıkça uzattım, bazen sonucu görmeyi bile önemsemedim.

yolculuk;

cumartesi günü öğleden sonra yola çıktık, güzergah kütahya'nın tavşanlı ilçesi, topçular iskelesinden körfezi geçtikten sonra 171 km. yol çok güzeldi, özellikle son kisimları... ay ışığında yeşillikler arasında kıvrıla kıvrıla tırmanan ve inen upuzun gece yolları. gittikçe serinleyen ve temizlenen bir hava...

tavşanlı ve...

gevşeklik yapacağız derken 171 km yolu 6 saatte aldık ve tavşanlı'ya vardığımızda akşam olmuştu. öğretmen evi, misafirhaneler derken kalacak yer olmadığını öğrenip, pazarlamacıların bile zorda kaldıklarında konaklayacakları bir otel bulduk. benim için açıkcası çok farketmez. çok pis olmadığı sürece sorun yok. tavşanlı'da çay bahçesinde oturmaca ve bize misafirhanesini açmayan orman müdürünü delirtmece ile geçti gece.

sabah uyanır uyanmaz, kahvaltı ve arkasından ahmet uluçay'ı görmeye gittik. kendisi bizi evinde konuk etti. süper bir insan, ondan ayrıca bahsedeceğim. sohbet uzadığı için bir türlü oradan ayrılamadık, aslında hiç kimsenin şikayeti yoktu ama gitmemiz gereken 950 km yolun sadece 171 km'sini gidebilmiştik ve 171km'yi 6 satte aldığımız düşünülürse birkaç gün daha sürecekti denize kavuşmamız.

yolculuğa devam;

akşam saat 6 gibi ahmet abi'yi arkada bırakarak yola koyulduk, çok güzel bir ay, kafamızda hep sorduğumuz ve cevap bulamadığımız o sorular, çok güzel bir coğrafya ilerliyoruz, ama hepimiz hem fikir olduk; bu gece varamayacağız bodrum'a. o zaman zorlamanın anlamı yok. denizli, çivril, meyveleriyle ünlü bir ilçe, tavşanlı'nın aksine herkes çok canlı, güneye yaklaştığımızı hissettirir bir sıcaklık insanlarda... öğretmenevinde konaklama, serin , temiz, güzel bir uyku, ertesi sabah incir ve üzümle kahvaltı.

sabah erkenden yola çıktık bu sefer, inancımızı kaybedeceğiz yoksa, akşamüstü bodrum aspat'tayız.

tatil;

kaldığımız yerde sadece ben vardım sanki... sabah erken kalktığım günlerde yoga yaptım, kendimi zorlamadan, sabah kahvaltısı ve arkasından deniz, sonra öğlene kadar hamakta gazete ve kitap okumaca, sonra öğle yemeği, sonra yeniden kitap ve gazete ve bulmaca ve güneş iğnelerini çeker çekmez yine deniz, duş ve akşam yemeği. akşam yemeğinde biraz sohbet, sonra açıkhava sineması, hamakta yatıp gökyüzünü izleme ve yatış.

küçük değişiklikler dışında neredeyse her günüm böyle geçti, bazen kolibasili the gerçek'in yapması gereken işler olduğunda onunla birlikte ufak geziler yaptım, o kadar.

deniz;

deniz çok güzeldi. girdiğim en güzel denizlerden biriydi. çok temiz, berrak ve ne soğuk, ne sıcak, ılıktan daha soğuk ve diriydi. üstelik denizin altına bakamayan ve canlılarına katlanamayan ben ( evet balıklardan korkuyordum ve yosunlara dokunamıyordum, ne yapayım) hemen ilk gün kendime şnorkel ve diğer malzemeleri aldım, korkumu yenebilmek maksadıyla. çok faydası olduğunu söyleyebilirim. artık balıklarla ilgili problemim kalmadı. küçük olanlar tabi.

güneş;

güneşi yogayla karşıladıktan sonra aslında yogayla batışına eşlik etmek istedim hep ama malesef olmadı. nedenini bilmiyorum ama, ya ben yeterince istekli değildim ya da bir türlü organize edemedim, aslında yeterince istekli değildim ve kendimi kasmaya niyetim yoktu.

hayatımda ilk defa güneş alerjisi oldum ve üstelik bir defa bile güneşte durmadığım halde, ama yüzerken yada gazete okurken yansıyan ışınlardan etkilenmiş olmalıyım.göbeğim dışında her yerim fosur fosur kabardı, kaşındı da kaşındı.

bu konuda daha sonra yine yazarım diye düşünüyorum.

26 Temmuz 2006

sonunda tatile gidiyoruz.

hala sarı'yı ne yapacağımıza karar veremedik. çözemiyoruz bu işi.

4 tane daha kedi yavrusu buldum. anneside bir yavru aslında. 8 aylıkken falan hamile kalmış sanırım. yani çok bilmiyor yavrulara bakmayı falan. neyse ben hepsine bakıyorum. tatile giderkende yan apartmanda çok tatlı bir kadın var. ona bırakacağım emanetleri.

ya bu sarı ne olacak?

bir kılıca sahip olmak isterim. hattori hanzo gibi büyük ustanın elinden çıkmış bir kılıca.

bir köpek fotosu buldum. göbüşünde yatmak istedim.

johnny depp yine çıktı karşıma. düğüm çözülmüyor hernedense.

sarıyı götüreceğim sanırım.

12 Temmuz 2006

gece, uyuyorum,uyuyoruz sarı ve ben , kolibasili the gerçek seyahatte, televizyon açık yatıyorum çoğunlukla, bir an gözlerimi açtım ekranda donmuş bir kare, ekranda mı, evin ortasında mı belli değil. deliye döndüm. karşımda bir yüz var, insan yüzü, ama hiçbir uzvu yerli yerinde değil, hatta bazı uzuvları yok, bazıları ise inanılmaz deforme olmuş. gerçeklikten çok uzak ama yine de gerçek olduğunu bildiğimden olsa gerek çok korkutucu... ağız yok, onun yerine yuvarlak, hortumu andırır bir şey, gözler hiç yok, oyuk bile yok, kapalı, dikilmiş gibi, burun yok, delik var sadece, anlatılabilecek gibi değildi, anlatmaya çalışmam boşuna...

ne kadar zor hayatlar var aslında, gece hiç aklımdan gitmedi o yüz ve yaşadığını düşündüğüm hayat...

07 Temmuz 2006

her gün birbirine benziyor, aynı tatsız tuzsuz şekilde akıp geçiyor. sözün kısası, fazla merak uyandırmadan söyleyelim; yazmadığım günlerde çok büyük bir değişiklik, gelişme olmadı.

tatile gideceğiz, sarı'yı ne yapacağız sorusunu çalışıyorum , günde 36 kez.

denize girmek istiyorum, denizde kalmak istiyorum.

tatile gideceğiz, sarı kendi kendine kalsın diyorum, günde 72 kez(sayılar tutmuyor biliyorum) yanımızda götüreceğiz sanırım.

fikir olarak canlandırabilmek kadar, projeleri bir film gibi kafanda canlandırıp, görebilmek, yani projeye bakabilmek çok önemli ve çok zor, onu farkettim.

ya bu sarı ne olacak?

otostopçunun galaksi rehber'i kitabını yeniden okuyorum. bir dünyalı olarak devamlı ihtiyaç duyduğum kitap haline geldiğini söyleyebilirim.

ya 15 gün bu hayvan bizi görmezse üzülür ya...

kafamdan 269 tane cümle geçtiği halde sadece bu zavallılar kontrol mekanizmasından kaçabiliyorlar. onlara iyi davranınız, kazandıkları bu başarıyı küçümsemeyiniz.

23 Haziran 2006

orada dur mu? nasıl yani?

drunk guy in police station

14 Haziran 2006

oturdum

ofisteki manyak kadın


fantezileriyle boğdu beni

diline nişan aldım. yapamazsam kulaklarımı koltukaltlarımda saklayacağım

12 Haziran 2006

cuma günü bir sıkıntıyla başladı ve neredeyse öyle bitiyordu ki, ekin , hakan ve akay yetişti imdadıma. çıkışta ekin'i aramamla başladı herşey. hadi bizdeyiz gel dedi. çorba yaptım falan dedi. gittim. ekin'le akay yemişler yemek. ekincik üşenmedi, benimle hakan'a da kurdu süper bir sofra.

tavuk suyuna şehriye çorbası. aslında hazır çorbadan yapmış olduğu fakat kendisinin geliştirmeci kişiliğinden olsa gerek, içine bir sürü şey katmış ve o tatsız şeyi süper bir çorba haline dönüştürmüştü. hakan'la ımmmmmmmh diyerek içtik vallahi. iç baklalı enginar, kızarmış ekmek ve peynir. üstelik ekmeklerimizi kendisi kızartıp, siz kendinizi besleyemezsiniz, hadi yiyin bunları, ben yenilerini tost makinasına koydum dedi. bizi utandırdı. enginarı hafif tırtıklamışken, akay geldi ve vakumlu hortumuyla geri kalanını gözümüzün önünde sildi , süpürdü , temizledi, yoketti. arkasından kahve, çay, pasta. birde üstüne kakara kikiri, çooooooook iyi geldi, çok.

cumartesi ev, sarı ve akşam alp tamer ulukılıç'ın sergisinin açılışı. nişantaşı'da buluşma. akay, hakan, ekin. hakan'ın işi var karşıya geçecek. sergide insanlar neden konuştu bilinmez ama bizim konuştumuz şey üçümüzü çok ilgilendiriyor. sıkıntılı bir konu ama kaçış yok, açıldı bir kere konuşulacak. birbirimizi yeterince bayamadığımızı düşünüp, sergiden ayrılıp, birbirimizi daha rahat bayabileceğimiz bir mekanda oturma kararı alıyoruz.

bir cafe. evet burası iyi. konu uzadıkça uzuyor, konuştukça rahatlıyor, konuştukça daralıyoruz, nasıl oluyorsa!!! valla öyle oldu. siyanür bile istedik garsondan, öyle daraldık diyorum. bazı kararlar alındı. belki bu biraz iyi gelecek.

eve dönüş, ohhhhhhh midye tava. mis gibi. o kadar kasılmışım ki halüsinasyon görerek sızıyorum.

ertesi gün pazar. evde yemek olayı var. güzel geçen bir gün daha...

08 Haziran 2006

2 haziran , izinli olup evde takıldım, sarıyla göt göte yattık, kolibasili the gerçek'le ankara'ya birlikte gitme kararı verdik.

kolibasili the gerçek ankara'ya her gidişte kasılır, yine kasıldı. kendisini rahatlatma girşimlerimiz sonuç vermedi, ki kendisi cuma sabahı uyandığında bile ne yapacağına karar vermemişti.

sarı'ya pasiflora içirip, kolibasili the gerçek'i ikna edip, sarı'yı kutusuna tepiştirip, sıcağın ortasında yola çıktık.

kedilerin ter bezleri yokmuş, serinlemek için dilleri dışarıda ağızları açık, korkutucu bir şekilde nefes alıp veriyorlar. tabi biz de korktuk, veteriner kuzenimizi 300 defa aradık. sagolasın heval.

bolu , ulusoyda mola, arabayı ve sarı'yı serinleten süper düşünceli insan kolibasili the gerçek. devam...

yok bu giriş değil, samsun, sincan girişi derken eve vardık. önce sarı çözülecek, mama kabı, kaka kabı, kendisi, suyu. oh be rahat, hiç sorun yaşamadı evle ilgili, kokladı bir süre, baktı ki güvenli, tamamdır. masaların üstü, dolapların, yatakların altı hep onun.

annemin süper fasulye kavurması, ne kadar çok özlemişim bunu, neden yapmıyorsam , üstelik ne kadar da kolay. 2 tabak mideye. ohhhhhhhhhhhhhh

kolibasili the gerçek kaburga diye tutturdu. carrefour, mangal, gece evin yanında bir park, karanlıkta süper oldu, bana piknik gibi geldi. kardeşler, ekin ve deniz de geldi. ohhhhh keyfimize diyecek yok. aile sıcaklığı hoşuma gidiyor, o zamanlarda kötü olan hiçbirşey bana dokunamazmış gibi.

ertesi gün çok sıcak, sarı bir yanda ben bir yanda, anne ve baba bir yanda , en serin yerleri bulup yatmak tek derdimiz.

sıcak yetmezmiş gibi kış yemeği olan hokgili pişirmesini rica ettim anneden. 2 tabakta ondan, süper olmuş, çok özlemişim. bittim. çok sıcak, hokgili ile birlikte cehennem oldu ankara.

akşam tuna'nın nikahı var. gidelim. en fazla 1 saat tahammül edebiliyorum düğünlere. çok kalabalık, gürültülü...

ertesi gün kardeşle birlikte onların evine gittik. mürsel hoca ve deniz yoldan gelmiş uyuyorlardı. sevimli insan mürsel hoca. önce ne dediğini çok anlayamadım ama sonra konuşma ritmindeki şifreyi çözünce herşey berraklaştı. kelimeleri anladım ama üçünün arasında geçen konuşmayı yine de anlayamadım. kendimi televizyona verdim, bir de uzandım güzelce, sevdiğim dizinin kaçırdığım bölümü oynuyordu tvde, süper oldu.

hepbirlikte hostada döner yedik ( ben soğanlı yedim) , üzerine hasan ustada tatlı, mürsel kardeşi pisboğazımla şaşırttım, utandım. sonra mürsel hocanın da şaşırtıcı yönleri olduğunu öğrendim. rahatladım.

ovacıktı herhalde kahvenin adı, tavla, deniz yendi beni, kahve, çay, soda, yine de patlamak üzereyim.

eski z barda bir bira, yetti de arttı. bahadır, özcan, ekin, deniz, ben eve gidiş, mavra, kakara kikiri, lagaluga. özcan'ın 1/5 oranında yaptığı komiklikler. bahadır sızmaya çalıştı, ekin oynadı. oynadın ekin işte.

sarı'sız geçen ilk gece ve üstelik bir yanım eve sarı'nın yanına gitmek istiyor, bir yanım ankara'da dolaşmak istiyor. fırsatı yakalamışken dolaşıyorum.

sıcağa rağmen, deniz ve ben kaleye gittik. oh mis gibi serin bir köşe. eski günlere gidiş gelişler geldi aklıma.

akşam ev, ertesi gün biraz daha gezme kızılay'da. ekin en sevdiğim kitapları hediye etti bana. peynir kitabı, ekmek kitabı, küçük oteller kitabı, bir de çok güzel 6 tane minyatür. minyatürleri çok sevdim.

eve dönüşten önce annemin yaptığı soğuk çorba(benim en sevdiğim), köfte , patates menüsünü bir güzel mideye indirdik, sarı'ya yine pasiflora verdik, bu sefer sıcak diye şikayet edemez, gece çıkıyoruz yola.

ankara güzeldi. dönüş yolu da öyle. ev çok güzel.

31 Mayıs 2006

öyle oldu, böyle oldu;

bugün ofite tüm işlerimi bitirdim, üstelik stressiz, benim için önemli bu...

öğlen metrocitye gittik, 45 dakika sürdü, feci trafik ve sıcak vardı ama ofis ortamından uzaklaşmak iyi geldi.

metrocity'e giderken kanyon2un onunden geçtik, wagamamaya gitmem lazım, yoksa yase beynimin etini yer. en kısa zamanda çözmem lazım bunu, evet , evet, çözmem lazım.

patlayana kadar burger king yedim, yine patlamadım.

göğğğğğğğğğçe geldi aslı'yla, vize alacaklar aslı'ya, gökce'ye bayılıyorum, o rahatlığına, o problemleri çözmedeki doğuştan yeteneğine...

ekincik sıkılmıştı, araştık, sıkıntısı geçmişti epey, sevindim, gezelim görelim yaptık.

yase ile prayer flagleri paylaşamadık, adilce bir çözüm önerdim ama ona çok adilce görünmedi, zannediyorum hesap yapamıyor.

koli basili the gerçek ile programlarımız tutmadı bir türlü, olsun diyor, bir başka bahara diyoruz.

30 Mayıs 2006


işte böyle yatıyor bu sıpa. beni evlatlık almasını bu yüzden istiyorum.
tembellik üstüme çöktü, içimde uzun zamandır kıvrılıp yatan hiçcilik yaratığıyla olan münasebetinden dolayı kolumu kıpırdatacak durumda değilim. fiziksel olarakta, ruhsal olarak da. yani kıpırdatsam ne olacak, ne değişecek düşünce yumaklarıyla örülü beynimin içi. dünyadaki açlığa çözüm mü olacağım, dünyadaki sömürüye , insan ve hayvan hakları ihlallerine çözüm mü olacağım? birbirlerine işkence yapabilen bir türün üyesi olarak neyi değiştirebilirim?
e bir iz bırakarak ölmek lazım diyenlere evet ve hayır cevapları için bir sürü nedenim var.
ormanda, ağacın serin gölgesinde, etrafımda daha önce beraber yaşadığım, dostum ya da düşmanım hayvanların arasında olduğumu bilerek uyumak istiyorum. sarı beni evlatlık edinse... kendimi onun ve başka hayvanların yanında çok iyi hissediyorum.

24 Mayıs 2006

prayer flagler geldi. güzeller gerçekten. dün tesadüfen iki kişiye de yaradı. ben ise ne yazacağımı şaşırdım. aslında yazarken farkettim ki çok fazla dileğim yok.

kendim için sağlık
kolibasili the gerçek için sağlık
sarı için sağlık ilk yazdıklarım, sonra mutluluk, huzur gibi genel ve üçümüzü içerek kavramlar geldi hep. ama tabi hemen doldurmadım. aklıma başka şeyler gelecektir sonra, onları yazacağım.
hoşuma gitti bu prayer flag işi. umarım hepimizin dilekleri gerçekleşir.

18 Mayıs 2006

karar verme zamanı yaklaşıyor, ya solucan gibi yaşayacak, ya da ormanların kralı olunacak. solucan çok gıcık bir yaratık ya. hiç değeri yok, balık avlamaya gidenler dışında, onlarda yem olarak kullanır bunu.

duman'ın aman aman parçasının şarkı sözlerini buldum;

Nereye gider başını alıp sorarsın
Kimbilir durmadan nasıl susarsın
Bilmeden boşuna atıp tutarsın
Su gibi açıp geçer zaman

Gezdin tozdun aman aman
Sazdın sözdün aman aman
Giderek üzdün bizi zaman

Yazdın çizdin aman aman
İncecik izdin aman aman
Sıraya dizdin bizi zaman

Hem kaçıp yeni bir adım atarken
Dibine kadar çileye batıp çıkarken
İçine atıp atıp yoluna basıp giderken
Su gibi akıp geçer zaman
duman'ın aman aman parçasını dinleyin. insanda kendini dağlardaki kayaların üzerine atıp parçalama hissi uyandırıyor.

ağır roman filminden bir sahne : mahallenin delikanlıları bir varilde ates yakmışlar, ateş etrafında esrar içip sohbet ediyorlar, gülüyorlar. aralarında bir espri var;

aralarından biri polis diye bağırıyor, diğerleri;

- çıkarın lan bizi buradan
- çıkarın bizi bu mahalleden diyor.

çok hoşuma gitmişti, hah bu, bazen benim hissettiğim ama bir türlü açıklayamadığım hislerim.

işte duman'ın bu parçası da bana, filmde kendi hislerimle özdeşleştirdiğim bu sahneyi hatırlatıyor.

- çıkarın lannnnnnnnn bizi buradannnnnnnnnnnnnnnnn...

17 Mayıs 2006

evi çamaşırlar ele geçirdi. heryerden üstümüze geliyor, önümüzü kesiyor, üstelik her türlüsü yani; yıkanmış, kurumuş , dolaba tıkılmışı, yıkanmış kurusun diye oraya buraya asılmışı, kirli olup renklerine göre öbek öbek ayrılmışı. ya yıkaması kolay, asması da fakat katlaması ve askıya asması çok zorluyor beni. bir de çorap teklerini bulmak işin en gizemli, esrarengiz bölümü, tırsıyorum bazen, evde bilmediğim doğaüstü şeyler mi oluyor diye. devamlı kayboluyor, bilinmezliğe gidiyor yani, böyle birşey olabilir mi? kardeşim bu işe bir açıklama getirilsin , ne bileyim araştırma yapılsın falan, nereye gidiyor bu çorap tekleri, zararımız trilyoları aştı... oha !!!! geliştiriyorum kendimi.
levent aldı bizim prayer flag'leri. yazılı olanları bulmuş, yazısızlara sonra bakacakmış, olsun dedim, önce bunları yollasın da, ayrıca doğru söyledi, bunların üzerine de yazabilirsiniz dedi. ben hayattaki bu tip çakışmaları seviyorum, o öyle söylediyse , onların da üzerine yazılacak, öyle gerekiyormuş diye. bu arada yazısızlar da beklenecek, dört gözle... leventttttttttttt süper bir insansın, senin dileklerin de gerçekleşir umarım.
kolibasili the gerçek'in sergisi güzel geçiyor, sergi açılışı çok güzel geçti. bir sürü şarap içildi, sağolsun arkadaşlarımız oradaydı. eğlenceli oldu, gerçi ben ve kolibasili the gerçek biraz şaşkındık ama yine de eğlendik.

efendim galerinin sahibi pırıl hanım çok zevkli ikramlar hazırlatmıştı,
hande hanımın organizasyonu güzeldi,
istem hanım bol şarapla sarhoş olmamızı sağladı,
ekincik ve akay beni her gördüğüm yerde güldürerek az da olsa şaşkınlığımı atmamı sağladılar, erdoğan amca ve emsal çok tatlıydı, sapanca'dan toprak çapalamayı bırakarak gelmişlerdi,
nafiz, uzun zamandır görüşmemiş olmamıza rağmen çok sıcaktı.
vasıf bey çok zarif bir çiçek yollamıştı,
meriç ve güney ve nurhan annemlerle takıldılar biraz, biraz benle, sağolsunlar, annemleri toparladılar,
gülay ve eşi veysel taaaaaaaa maltepe'den geldiler, herzaman ki cıvıl cıvıl neşesiyle gülay...
kayı, erdoğan amcayla, büyüklerle ilgilendi,
alp, temur, mustafa, neco abi... daha bir sürü insan vardı.

dileyenlere galerinin adresi www.pgartgallery.com ve sezon sergilerinde kolibasili the gerçekkkkkkkkkkkk

16 Mayıs 2006

çok oldu yazmayalı,

ekin kısır yaptı, süper oldu, parmaklarımızı ve zaten az kalmış aklımızı yedik.

kolibasili the gerçek'in sergisi açıldı, çok kalabalık, güzel bir açılış oldu.

annemler geldi, bizde kaldılar, yemekler, kuzenler, gezmeler, aile özlemi, güzel oldu.

levent'ten prayer flag istedim, gönderecek bekliyorum, dileklerimi yazacağım.

tülü sezaryen olacakmış, onu öğrendim.

akay'la bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete durumları oldu, projelerimiz var yani, bakalım...

yase ayakkabıları yolladı, çok güzel oldu.
wagamama'dan randevu aldık, hep birlikte, gidip tıkınacağız.

ev çamaşır doldu, kim yıkayacak bunları?

yapılacak işler listem çoğaldıkça çoğaldı, kim yapacak bunları?

göbek bölgemde bu sene ilk yağlarım göründü, oha dedim kendime.

manikür pedikür derken feci giriyor, çözmek lazım bu işleri.

briç öğreneceğim gibi görünüyor, herkes sen çok seversin diyor, oysa bana öyle dediklerinde tiksindiğimi bilmiyorlar.

27 Nisan 2006

kartallarin yumurtası çatladı. çok hoşuma gidiyor onları izlemek, tüm gün bilgisayarımda görüntüleri açık. cep telefonumun melodisi sazlıkta öten kurbağa. kartalların görüntüsüyle cep telefonumun melodisi birleşince süper oluyor. bilgisayarin başında olduğumu unutup kocaman bir ormandaymışım hissine kapılıyorum.

26 Nisan 2006

yazışmalarımız arasında yase'nin kullandiği bir kavram hoşuma gitti. aslında kavram diyemem. uydurma kelime öbeği, o da şu; güdülebilme katsayısı. şöyle kullandı yase; "sence benim güdülebilme katsayım kaç?" uydurma ama ifadesi güzel değil mi?
haftasonları mutlaka üç gazete, hafta içi sabahları vapurda bir gazete, mutlaka... ama olacak gibi değil, çok yoruluyorum. türkiyede ki haberler beni çok yoruyor, aslında dünyadaki demeliyim. zaman zaman haber alımını kesmek bana iyi geliyor. haftaiçi okduğum gazeteyi kestim bir süredir, haftasonu sadece ekleri okuyorum. aslında yanlış bir zaman zannediyorum bu mola için, çünkü türkiyede durumlar karışık. gerçi doğduğumdan beri türkiyede durumlar karışık ya... neyse bu dönemde imdadıma sudoku yetişti. kafamı başka şeyle meşgul etmem gerekir bu dönemlerde, işte sudoku tam da bu iş için. sabahları vapurda, akşam evde, boş kaldıkça. süper geldi.

25 Nisan 2006

gürpınardayız, o zaman bir arazi almayı planlıyoruz, bir adamcağız, aslında epey yaşlı, evini satıyor. kendisinin arazisi var birazda evin önünde , bir de küçük bir ev daha. bize büyük evi ve araziyi satıp, küçük evde yaşamak planı. evine götürüyor bizi, bir küçük kız karşılıyor, acayip komik bir tip, hep konuşuyor, kendi gevezeliği ile dalga geçiyor ama konuşmaya devam ediyor. devamlı espriler yapıyor, yüzünde devamlı bir gülme hali, adamın kızıymış sonra öğreniyoruz.

bir sürü zorlukla karşılaşmış insanlar var karşımızda, para kazanmış , harcamışlar, büyük oğullarını evlendirip onun borçlarını ödeyip, onun hayatını da sırtlanmışlar, evin hanımına bir anda inme inmiş, sonra yavaş yavaş düzelmiş. bu diyor adam, bu kız bizi devamlı ayakta tuttu. belli oluyor zaten, her evde hayata böyle bakan birilerinin olması gerekiyor diye düşünüyorum.

tabi gürpınardayız ben de naif düşünüyorum, hafif temizlenmişim, suyum çok berrak olmasa da siyah taşlarım aradan seçiliyor. kızı çok seviyorum, telefonumu veriyorum.

istanbul , karmaşa, kaos, kir, pas, iz başlıyor yine. aradan zaman geçiyor bu kız beni arıyor. ben hemen soruyorum : ev için mi aradın diye? hani fikrimizi tam söylememiştik, sen bunu öğrenmek için mi aradın? yok diyor, bayram ya , bayramınızı kutlayayım dedim. ama bozuluyor biraz, sesi kırılıyor. ben de acayip oluyorum.

işte istanbul kurtları da bana, benim bu kıza baktığım gibi bakıyorlar. gereksiz oranda naif ve saf. bu dünya bu kadar naif olmayı kaldırmıyor. evet kırmak istemiyorlar, evet sevimli ve belki biraz kutsal buluyorlar ama anlayamıyorlar. ben de anlayamıyorum kendimi. kız küçük gürpınar'da kendini sorgulamak zorunda kalmamıştı, ben de istanbul'a gelinceye kadar bunu sorgulamamıştım.

ama istanbul, rüyalarıma giren, her gün sözlüye kalktığım, hiç mezun etmeyen sıfırcı bir öğretmen gibi. bok var hep sıfır veriyorsun. başka notlar verdiklerini de görüyoruz işte, hiçbir boka yaramazlar. yanılıyorsun oysa

20 Nisan 2006

bu sabah işe gelirken bu sitede kendimden başka şeylerden daha çok bahsetmem gerektiğine karar verdim. kendinden bu kadar bahsetmek pek yakışık almıyor, ayrıca çok da hoşuma gitmiyor, ayrıca beni nereye götürebilir ki? çalışıyorum üzerine...

sarı ve zavallı faresi.
kendi kendime konuştuğumu, üstelik evde işyerinde bunu yaptığımı biliyordum. dışarıda yani sokakta asla yapmadığımı farkettim, hatta dudaklarımı bile kıpırdatmıyorum sokakta ama evde ve işyerinde kendi kendime konuşuyorum. evde çok sorun olmuyor. kolibasili the gerçek alıştı ama işyerinde tuhaf oluyor, farkettim. dışarıdan çok iyi görünmüyor yani. yapabileceğim çok şey var mı bu konuda bilmiyorum.
british columbia-hornby island'da (bilmediğim bir yer ama öyle yazıyor diye ben de buraya yazdım) beyaz başlı bir kartalın yuvasına kamera yerleştirilmiş. yani bir çift kartalı ve onların iki yumurtasını hatta 26 nisan'da bu yavruların yumurtadan çıkışlarını online gözlemleyebiliyorsunuz. linki bu; http://www.infotecbusinesssystems.com/wildlife/ ben devamlı açık bıraktım bilgisayarımda, izliyorum. süper birşey. çok heyecanlandırıyor beni.

keşke diyorum hayvanlar üzerine çalışan bir bilim adamı falan olsaydım. çok daha fazla mutlu olurdum. hayvanlarla daha rahat iletişim kurabiliyor, onların yanında kendimi daha rahat ve güvende hissediyorum. böcekler hariç. ya onlar başka bir dünyadan gibi. ne acayipler öyle.
iki gün önce efektlere bir yenisi daha eklendi. bu da tuhaf aslında. birdenbire ağzımdan çıktı " fört diye bitiririm ben bunu"
fört, fört . kullanacağım hoşuma gitti.
fört , fört içtim bitti.
förrrrt, hemen suyunu çekti.

18 Nisan 2006

favorilerimden bir tanesi. bu kadar modern, hem içerik hem teknik açısından... beni gerçekten heyecanlandıranlar arasında. kolibasili the gerçek'e gıcık oluyorum bazen, kıskancım, ne var?
ülker çikolatalı gofrete bayılıyorummmmmm. en sevdiğim çikolatalı ürünler arasında ilk beşte. kesinlikle.
sabah yase aradı. ona da bir lakap bulacağım. bu ara bu lakap bulma işine kafayı taktım. neyse, kolibasili the gerçek bunlara bir hikaye anlatmışta, efendim o hikayede adı geçen kadının adı neymiş, kolibasili the gerçek'e sorarmıymışım. sorduk deli yelizmiş. ay bunlar bir sevindiler, bir sevindiler, takmışlar ya kafaya. oh dediler. bu arada absürt bir durum daha var. biz güne başlamışız tamam ama onlar aslında bir önceki gündeler ve bir türlü bitiremiyorlar günü. günle aralarında düello gibi birşey vardı aradığımda. önce sen öleceksin, hayır önce siz öleceksiniz. neyse bugün arar öğrenirim galibi.

*aslında gece 12.00'yi geçmişse sen öldürmüş sayılırsın günü değilmi ?
nev'in bir şarkı sözü var, çok hoşuma gitti. ben kendime söyledim durdum. burada "kalpsiz" diye başka birine hitap ediyor ama ben oraya da kendimi koyuyorum. en çok da ilk bölümü hoşuma gitti.

İçimde kaleler inşa ettim kırılmamak adına
Harcına göz yaşı döktüm daha da sağlam olsun diye
Şimdi yarattığım zindanlarda ışıksızım

Kaçtım kendime saklandım her küstüğümde
Vazgeçtim aynalardan vakitsiz uykularda
İnsan kendine rağmen yaşamayı bilmeli bazen

Benmişim kendimden bir korkak yaratmışım
Kendimi korurken en çok ben ürkütmüşüm
Benmişim kendimi savunurken en çok hançerleyen
Bir meçhul olmuşum failim ben

Ama beni bana küstüren beni bana kırdıran
Kalpsizin hiç suçu yok mu

Kim demiş aşıklar hep mutlu olur diye
Hesapsız seveceksin, canın ağzına gelsede
Vururken yalnızlık yüzüne
Sen pay edersin gönlünü onlarca hüzüne

Benmişim kendimden bir korkak yaratmışım
Kendimi korurken en çok ben ürkütmüşüm
Benmişim kendimi savunurken en çok hançerleyen
Bir meçhul olmuşum failim ben

Ama beni bana küstüren beni bana kırdıran
Kalpsizin hiç suçu yok mu

17 Nisan 2006

"pıt" efektine alışmaya ve insanları alıştırmaya çalıştığımı farkettim. buna işgüzarlık deniyor değilmi? allahım hiç işim yokmuş gibi.... bir de kendimi tanımlayacak kelimeler peşinden koşuyorum, kendime tiksinç lakaplar takmaya çalışıyorum. bu aşağılanmaya kişiliğim dayanmayacak ve isyan edecek diye umuyorum.
cevapçı durumu devam ediyor. bu arada hafta sonu kendime bir sürü kızdım yine. en çok kendime kızmakla geçiriyorum zamanımı. neden yapıyorum bunu bilmiyorum ama bu aralar herkesin her türden özelliğine özenip, hep onlar gibi olmak istiyorum. kendim olmak istemiyorum bu aralar. hatta işi abarttım, sarı'nın karakterine bile özenir oldum.
haftasonu ;

motorsiklet,
güneş,
deniz kenarı,
gazete,
kahvaltı,
arkadaşlarla sohbet,
türk kahvesi,
kısır,
yürüyüş,
gazete,
sarı,
koli basili the gerçek,
burun dürtmek,
koklaşmak,
gülmek,
sudoku,

arasında geldi geçti. çok güzeldi. hiç müzik kulağım olmamasına rağmen bir müzik aleti çalma konusunda şımarık davranmak istediğimi farkettim. basit bir şey de olsa alacağım.
yine resim yüklemek istedim olmadı.

sabah otobüsle geldim. ön koltuklarda oturuyorum. elli yaşlarında bir teyze bindi. önde oturan kıza " biraz kayarmısın" dedi ve tabi kız kalkıp ona yer vermek zorunda kaldı. kendini uyanık zanneden teyze oturdu. kayarmısın dediği yere kendi totosu bile sığmadı, o kadar söyleyeyeyim.

14 Nisan 2006

argun hocamı aradım bugün. tabi doğal olarak beni hatırlayamadı. tülü ile görüşüyor onlar, ondan referansla tanıttım kendimi ama çok zor hatırlaması zaten. görmeden nasıl hatırlasın tabi. ama bilmiyor ki ben onu hiç unutamıyorum.

bu hayata biraz başka bakabiliyorsam, biraz keyfini sürebiliyorsam günün, yaşamı ve evreni kavramaya çalışıyorsam , bunda argun hocamın katkısı çok büyüktür. bilim hakkındaki fikirlerimi değiştiren, insanlık hakkındaki fikirlerimi genişleten kendisidir. birde o hulusi kentmen bıyıkları, o mesafeli duruşu.

mezun olduktan sonra beni tanıyan herkes en az bir defa argun hocam muhabbeti dinlemiştir benden. argun hocam...ankara'ya gittiğimde kesin göreceğim kendisini... tülü de belki benimle gelir. daha rahat hatırlar belki. ayrıca hatırlaması da gerekmiyor. "hani o zamanlar" muhabbeti yapacak değilim kendisiyle. zaman gecti, başka paylaşacak, konuşacak şeylerimiz olur diye düşünüyorum.

bir gün argun hocamla ilgili bir şey yazmak istiyorum.
kolibasili the gerçek bir süredir özel bir teknikle iletişiyor. efendim ben bu tekniğe " taarruz tipi iletişim yöntemi" diyorum. dur bakalım daha ne kadar sürecek.
bazı ses efektlerini çıkarmanın çok uygun olmadığını farkediyorum.

dün "hah şu işi pıt diye çözdüm " dedim. hem ortamda bulunanlar hem de kendim garip buldum bu "pıt" efektini. mesela orada "tık" deseydim, kimseden tık çıkmayacaktı.

05 Nisan 2006

geçen hafta küçük bir yavru kedi , 6 aylık falan, bizim evde yaşaması gerektiğine karar verdi. sanıyorum hamileydi ve yardıma ihtiyacı vardı.

geldiğimde balkondaydı ve sarı ile birbilerine bakıyorlar ve miyavlıyorlardı. balkonda ona biraz sarı'nın mamalarında ve temiz su verdim. sonra çok üşümüştür diye bir kutuyu kapattım ve içine eski bir hırkamı koyup, kutunun ön kısmından bir delik açtım. çok tatlıydı. girdi hemen kutunun içine, hiç garipsemedi. girer girmez gurrrr , gurrrrr sesleri çıkartmaya başladı. tabi sarı izliyor durumları. istemedi onu. hıslamaya falan başladı. bu arada bir karambolde sarı balkona kaçtı, onu içeriye alayım derken bu içeriye girdi, sarı bunu içeride görünce kendisini bırakmam için ellerimi parçaladı falan , filan...

neyse kolibasili the gerçek geldi ve kedinin hemen kutusuyla birlikte dışarıda bir yere bırakılması gerektiğine karar verdi. haklı. eldivenleri giydim. ktusunun içinde onu sokağa bıraktım. eve döndüm beş dakika sonra o yine balkondaydı. kendisini içeri almamız ve bakmamız mümkün değil ama o da çok ısrarcı. yapacak birşey yok, perdeleri çekip ilgilenmiyor numarası yapmaktan başka. balkonda uyudu, sabah saat 7 ye kadar kah miyavladı, kah uyudu ama bizim balkondaydı ve ben gözümü bile kırpamadım. çektiğim acıyı ve vicdan azabını burada anlatamam. kafamda evren ve hayvanlar ve insanlar ve adalet ve bir sürü şey dolandı durdu, kendimi çok acımasız ve kötü hissettim. bir arkadaşıma bunları anlattığımda "bazen karşındakinin yaşadığı acıdan daha büyük olabiliyor sana farkında olmadan yaşattığı acı" dedi. doğru.

31 Mart 2006

yazabilecekmiyim, o sabrı gösterebileceğim bilmiyorum. yazmak istediğim birkaç şey var.

şenol'un da bir web sitesi varmış. linkini ekledim sayfama. oğlu bulut, eşi emek'le maceralarını, hayata dair düşüncelerini, başından geçmiş olayları hikaye kıvamında, güzel bir dille yazıyor. kendisinin sayfasına da yazdım; dilinden , anlatımından dolayı kendisini çok kıskandım. ben birşeyleri anlatmak, hem de böylece kafamda toparlamak amacıyla yola çıkıyorum her defasında, kafam öyle karışıyor ki, hep anlatacaklarımı yarım bırakıyor, üstelik kendimi doğru düzgün ifade edemiyorum. yazarken kendim olamıyorum, ama yazarak bunun üstesinden geleceğim, gelmek istiyorum, bu kadar kontrollü biri olmak çok hoşuma gitmiyor, çok fazla zarar vermeden, kendimi yıkmak ve bazı şeyleri yeniden inşa etmek istiyorum. basiti, kontrollü halimden nefret ediyorum, değiştireceğim.

şenol benim üniversiteden arkadaşım, gülmece topluluğuna, ben de çok yetenekliyim, karikatür de yaparım, komikte yazarım (ne demekse!) diye girmek için kandırdıklarımın arasında olanlardan. şenol üniversiteyi uzattı mı bilmiyorum ama ben hazırlıktaydım onlarla tanıştığımda, onlar herhalde üçüncü sınıfta falanlardı. gülmece topluluğunda tek kız olmamın avantajıyla ve belkide zamanla karikatür çizemediğim anlaşıldığında başka işler yapabileyim diye bana başkanlık bile yaptırdılar. topluluğun isminin gülmece içermesi dolayısıyla herhalde, herkes acayip gevşekti. hep gülünecek birşeyler vardı ve evet tabu yoktu. yani bu insanların tabuları azdı, beni en çok çeken şey buydu herhalde. tek kız olduğuma aldırmadan gittikleri kerhanelerden, spermden, ereksiyondan falan çok rahat bahsedebiliyorlardı. yoksa bu erkek muhabbetiydi de ben mi abartmıştım; tabuları yok diye. neyse bilmiyorum. bildiğim şey yanlarında kendimi iyi ve rahat hissettiğimdi.

şenol ve kayı ( kendisinden sonra bahsedeğim) bana abilik bile yapmaya başlamışlardı. hatta topluluk içinden çıktığım bir adamı onlardan saklamak zorunda kalmıştım. öyleydiler yani. aslında ikisiyle de ilişkimiz nasıl ilerledi bilmiyorum ama hep vardılar. ben üçüncü sınıftaydım mesela, bunlar mezun olmuşmuydu hatırlamıyorum ama hep vardılar. herhalde ben okuyordum, bunlar işe girdi. çünkü benim paramın olmadığı dönemde bunların parası vardı diye hatırlıyorum.

sonra evlendiler. şenol, çok sevdiğim , süper orjinal bulduğum emek'le evlendi. emek çok sade ama o kadar sade birinden beklenmeyecek kadar şaşırtıcı, süprizli biriydi. evleri oldu, üstelik evleri olduğu için artık hertürlü organizasyon yapabiliyorduk. çok sık buluştuğumuz söylenemez ama buluştumuzda hep güzel geçiyordu zaman. kayı'da evlendi. hatta ben düğününe gittim. üstelik benim pantolonumu ve tshirtümü giyerek gelen erkek arkadaşımla. onlar beğenmediler, beğenmediklerini de hep belli ettiler, üstelik aramızda alınma ve kırılma diye bir şey kalmadığı için, zaman zaman dalga geçerek, zaman zaman saçma sorular sorarak belli ettiler sevmediklerini. ama hani ben de asiydim. kim takardı onları, abi gibi birşeydiler ve abiler böyledir, fazladan endişelidir.

sonra ben istanbul'a taşındım ama bitmedi ilşki, emek o sırada hamile kaldı. bu inanılmaz birşeydi, çünkü onlar çocuk yapmayı düşünmüyorlardı, üstelik bana göre emek anne , şenol'da baba olamayacak iki insandı. burada bir yetersizlik durumundan bahsetmiyorum, o zamanlar benim gözümde çocuk sahibi olmak eski bir gelenekti (evet böyleyim ben ne yapayım!) ve onlar çok yeniydiler ve çağa aittiler. neyse şaşırdım çocukları olacağını öğrendiğimde ve çok sevindim. ilginç olacaktı bu tecrübeyi yaşamalarını izlemek. kayı'nın oğlu toprak o zaman vardı ve esin ve kayı'nın toprakla maceralarını takip etmek güzeldi.

bulut doğdu. malesef bulut'la sadece bir defa karşılaşabildim. o zamanda kafasını tutmakta bile zorlanan, dört ayağı üzerinde gezinen bir sıpaydı.kendisini tanımaya fırsatım olmadı . bilmiyorum karakteri nasıldır, neleri sever, neleri sevmez , hayatının bu aşamasına tanık olamadım yani, ama biliyorum ileride başka bir aşamasına mutlaka tanık olacağım.

bulut acaba karakter itibariyle şenol'a mı yoksa emek'e mi daha çok benziyor. bunu merak ediyorum. şenol'un yazdıklarından sanki şenol'a benzemeye başladı diye düşünüyorum- tabi şenol kendine benzeyen yönlerini de yazıyor olabilir, itiraf ediyor çünkü zaman zaman bulut'un emek'e daha çok ilgi göstermesini kıskanıyormuş- çok sakin ve sanki algısı yüksek bir çocuk olarak hayal ediyorum bulutu, yine şenol'un anlattıklarından. şenol'da öyledir, sakindir ama ve hüzünlüdür sanki - ya da üniversitede kızların ilgisini çekebilmek için hüzün ve gizem katıyor olabilirdi kendine- , gizemlidir, üstelik kendisinden en azından benim beklemediğim fikirleri vardır. şaşırtır beni. kendisiyle herşeyi rahat konuşabilirisin, müzik dersin müzik der, edebiyat, edebiyat, sadece kadınların konuşabileceğini düşündüğün şeyleri bile... konuşabilirsin istediğini.

aradan zaman geçti, ben de büyüdüm, bunlar da kabul ettiler benim büyüdüğümü hatta. ne değişti diye düşündüm şimdi ama bulamadım. pek birşey değişmedi herhalde, tabi hayatta çok şey değişti ama bu aramızdaki şeyleri değiştirmedi. hala şenol bir soru sorduğunda ben en samimi düşüncelerimle, kendimi saklamak zorunda kalmadan cevaplayabiliyorsam çok birşey değişmemiş diye düşünüyorum. bazı insanlarla kurduğum iletişim dilini - ki bu insanlardan bir tanesi de tülü, kendisiyle de ilgili yazmak istiyorum- çok seviyorum. kendimi kendim gibi hissedebiliyorum.

yaşamın bir dili var sanıyorum, senin, senin dışındaki canlı cansız herşeyle, her düşünce ve hisle kurduğun bir ilişki var. karşılıklı bir ilişki, dışındakileri dönüştürebiliyor, kendin dönüşebiliyorsun. bir insan değil, bir canlı değilsin sen bir dilsin, bir dil yaratıyorsun aslında. bu, toz zerreciğinin o koca evrene bakmasını ve algılamaya çalışmasını sağlayan , o koca evrenin de zerreyi görmesine yardım eden bir dil.

güzel buluyorum şenol'un dilini.

22 Mart 2006


sarı
cevapçi........

bir süre sadece i harfini kullanabilecegim. bilgisayarimin klavyesi noktasiz olanini yazmamak konusunda çok israrli. anlamadim ama böyle.

geçen hafta çok boktan bir haftaydi. hiç olmayacak seyler basima geldi. ama yine de keyfim yerinde çok bozulmadi.

hala kolibasili the gerçek'e ve sari'ya tapiyorum. böyle iste. ya noktali sssss de yazmiyor bu klavye. birde isaretli gggggggggg de yazmiyor. ne oluyor yaaaaaaaaaaaaa.

iiiiiiiiii11111111111111111_____________

14 Mart 2006

bundan sonra görevimi soranlara cevapçıyım diyecegim. bugünden itibaren cevapçıyım ben. boktan bir işte herkese cevap vermek zorunda olan, herşeyi çözmek zorunda olan gtn tekiyim. ne iş yaparsın? cevapçıyım. vay be. boktan işler peşindesin yani. ne zaman bütün bunlar oldu bilmiyorum, nasıl izin verdim bütün bunların olmasına bilmiyorum, ama kurtulmak için ne çaba harcamam gerekiyorsa harcayacağım, onu biliyorum. eğer harcamazsam bir gün kendi suretime bakıp 'hakettin bunları pislik ' diyeceğim.

cevapçıyım ben.
eşitlik, kardeşlik, güzel bir dünya, uyum içinde ve medeni bir şekilde yaşayan insanlar, barış ve yine barış yalanmış. yalan bir hayalin ve ideanın peşinden bakıyormuşuz dünyaya. bunlar kutsanan değerlerimiz değilmiş. başka kutsanan değerler varmış ve benim haberim yokmuş. hayalkırıklığını anlatamam... ama ama...

bir cennet ideasından yola çıkıp düzenli akan bir gündelik yaşama razı olduğumuza inanamıyorum. sevmiyorum sizi, kurduğunuz dünyayı da sevmiyorum... en azından bugün sevmiyorum.

13 Mart 2006

haftasonu tuhaftı. kalabalık ve sevimsiz. üstelik bunlar yetmezmiş gibi sarı küstü, barışmak epey zamanımı aldı. kaçma duygusu hic peşimi bırakmadı. kolibasili the gerçek , sarı ve ben çöle doğru giden bir arabanın içinde...the gerçek'le tatil yapmaya bayılıyorum. hep mucizevi şeyler oluyor onunla tatildeyken. hayatım boyunca unutamayacağım şeylere tanık oluyorum ya da benim başıma geliyor. o yüzden en çok tatilleri seviyorum.

10 Mart 2006

ayrıca aşağıda adı geçen ihtiyarla ilgili yazacaklarım bitmemiştir. yazmaya devam edeceğim.
insana avantaj olarak görünen bazı şeyler zaman içinde ne kadar da büyük bir dezavantaja dönüşebiliyor. yaşam hergün birşey öğretiyor.

07 Mart 2006

aslında bu konuda neler yazmak istediğimi biliyor ama bir takım kanunları çiğnememek adına bunları yazamıyorum.

çocukluğumun kabusu, karabasanı kenan evren televizyondaydı. abbas güçlü, kanal d'de genç bakış diye bir programa bu insanı çıkarmış ve tabi karşısına da muğla üniversitesinden öğrencileri oturtmuştu.

biraz izlemeye çalışıyorum, protestolar olacak falan biraz rahatlayacağım diye düşünüyorum. oysa süper insan orada oturuyor ve hani gülerek falan bize yaptıklarını anlatıyor. yok canım o kadar asmadık diyor falan. asmayıpta besleyelim mi tavrında hiçbir değişiklik yok yani.

üniversite öğrencileri de bu tontoş, hafif titreyerek konuşan, zaman zaman espriler yapan ihtiyarı alkışlıyorlar. düşünüyorum, e bu çocukların anne babası anlatmadı mı bu ihtiyarın bize neler yaptığını? yani bu çocuklar bilmiyor mu? biz asla medeniyet yolunda bir mesafe kaydedemeyiz, gelecek nesillerle tecrübelerimizi paylaşmıyoruz, acılarımızı ve mutlu zamanlarımızı onlara anlatmıyoruz. asla kendimiz ders almıyor ve öğrenmiyoruz. sadece atlatıyoruz. atlatmak konusunda uzmanız biz. atlattık mı ohhhhh, bizden iyisi yok. çocuklarımıza da bunu öğretiyoruz. atlat...

abbas güçlü paşam paşam dedikçe ihtiyar eski zamanlarındaki iktidarını hatırlayıp daha da kasılıyor, açıldıkça açılıyor, sempatikleştikçe sempatikleşiyor.

sanki kendisi ve kendi ekibi değil beni çocukluğumda yanlız bırakan, dışarı bile çıkartmayan, rüyalarıma giren işkencehanelerden sorumlu olan onlar değil sanki, her gece yatarken simdi acaba kime cop sokuyorlar, şimdi acaba kime tecavüz ediyorlar, şimdi acaba kimin sırtında yaralar açıp , sigara söndürdüler ve tuz bastılar, kime kızının , oğlunun önünde tecavüz ettiler diye beni yatağa kilitleyen ve ağlatan ve korkutan onlar değil.

hep kendimi görüyorum bu sahnelerde, tecavüz edilen, dövülen, tecavüzü izleyen hep benim. karanlık zindanlar görüyorum sonra, bağırıyorsun kimse duymuyor seni, annen ve baban duyuyor ama onlarda ulaşamıyorlar sana. yorganı çekiyorum tepeme kadar olmuyor, uyumaya çalışıyorum olmuyor, olmuyor, olmuyor. korkularıma hapsettiler beni yıllarca. ihtiyar konuşuyor hala, sanki koca bir toplumun üzerinden geçen onlar değil gibi, yaptıklarını da espriyle anlatıyor. ey ihtiyar sana sesleniyorum. GÜLMÜYORUM ve AFFETMİYECEĞİM.
amcam geldi haftasonu. bir insanın zaman içinde ne kadar değiştiğine , hayatın insanı nerelere götürebildiğine şaşırdım doğrusu. kendisi benim hayatımda en sinirli insanlardan biriydi. şimdi ise öylesine sakin, bir göl gibi, sakin ve rahatlatıcı. en büyük öğretiic zaman olsa gerek.
yazmak istedigim bir kac şey birikti.

sarı süper bir yaratık olma noktasında ilerliyor ve bizi her geçen gün daha da fazla büyülüyor. kendisi bunun farkında olduğu halde çok şımarmıyor, oysa ben onun konumunda olsam neler yapardım...

kolibasili the gerçek çalışmaktan ve koşturmaktan feci halde yorulmuş vaziyette. durmuyor , durmuyor, durmuyor.

ben ne yapacağımı bilmez bir halde, bir düşünceden diğerine geçip duruyorum. sanki yeni doğmuşum da herşey başıma ilk defa geliyor , herşeyle ilk defa karşılaşıyormuşum gibi... ne , nasıl yani , olamaz, hayır inanamıyorum, böyle gerçekleştiğine eminmisin, gerçektende mi en çok kullandığım kelimeler listesinde birinci sırada yer alıyor. ikinci sırada en çok kullandıklarım ise; orada kimse yok mu? , çıkarın bizi buradan, kurtarın bizi buradan, bu dünyada yaşadığıma inanamıyorum gibi söz öbekleri.

dün televizyonda bir program gördüm. fikret hakan ve zerrin özer sunuyordu. daha öncede mihri belli'nin röportajını okumuştum. bilmiyorum belki de fikret hakan'ın papyonundan dolayı, ilk aklıma gelen, insanın özellikle yaşlandığı zaman sıkı sıkı sarılabilecegi düşüncelerinin ve inançlarının olması gerektiğiydi. insan yaşlanırken sanki bazı şeyleri daha da saklayamaz hale geliyor ve o zamana kadar karakterinizin aslında çok geliştirmediğiniz parçaları baş belası olabiliyor.

28 Şubat 2006

sonunda bilgisayarım yapıldı. eve götürebileceğim artık. her nekadar tüm gün işte bilgisayarın başında dursam da, evde insan bilgisayar istiyor.

şimdi aklıma geldi. ben bu siteyi pelo'ya göndermemiştim. göndereyim bari. pelo; rüzgar the süper varlık'ın annesi.
insanlara, ne olduğumu ve ne olmadığımı anlatmak konusunda ısrar ettikçe herşey bok oluyor.

27 Şubat 2006

dilimi kestim. rahat ettim. insan kafasına gelen herşeyi söylemeyince, en azından yarısını söyleyince kendini daha iyi hissediyor. gizemli. bir de yediklerimin yarısını yemeğe başlasam daha iyi olacak.

24 Şubat 2006

şunları 100 kere yazma ödevi veriyorum kendime;

söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür...
düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür...
duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür...
davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür...
alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür...
değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür...
karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür...

(mahatma ghandi)
dilimi kesmeye karar verdim. ne geliyorsa başıma bu dilim yüzünden geliyor.
birrrrrrrrrrrrrrazzzzzzzzzzzzz gıcccccccccccccıkkkkkkkkkkkkkk bbbbbbbbbbirrrrrrrrrrrrrr grrrrrrrrrrrrrrrrrüüüüüüüüüüüünnnnnnnnnnnnnnn. khhhhhhhhhaaaammmikkkkkaaaaaaaaazzzzzzzzzzzzzeeeeeeeeee ooooooooolllllllllllllllllllassssssssssssssımmmmmmmmm ggggggggggelllllllllllllllllllllldddddddddi.
çarşamba günü gönderdiğim ve can dündar'a ait olduğu söylenen yazının can dündar'a ait olmama olasılığı var. tarzı farklı. ama çok da önemli değil, kim yazmişsa konuyla ilgili doğruları yazmış. özeti de şu, yalan söylemeyelim artık birbirimize, seni arayamadım hiç zamanım yoktu, yok efendim, görüşelim istiyorum ama hiç zamanım yok. bunların yalan olduğunu hepimiz biliyoruz. eğer söyleyebiliyorsak açıkça söyleyelim seni görmek istemiyorum aslında diye.

22 Şubat 2006


kolibasili the gerçek'in sevdiğim fotoğraflarından biri daha.
kendisi çok geniş bir duygu aralığının karşılığı hayatımda.

bir katırın arkasına bağlayıp dere depe demeden, kafasını, gözünü, ayağını, kolunu çarptıra çarptıra sürüklemekle, ben katır olayım taşıyayım onu diyar diyar, yeter ki yanında olayım, duyguları ve bunların arasında kalan tüm duyguları kendisine besliyorum zaman zaman.
can dündar 'ın çok güzel bir yazısı geldi maille bugün. ben söylüyordum hep, kardeşim bu 'işim çok yoğun bu aralar arayamıyorum seni, görüşemiyoruz hiç ' zırvalıkları ne zaman bitecek diye neyse ki kendisi benim düşüncelerimi toparlamak konusunda zorlandığım bu konuda çok güzel bir yazı yazmış.

yazıdan bir bölüm aktarmak istiyorum. sağolun, sağolun tezahürata gerek yok..


"normalde hiç kimse hayatının 24 saatini çalışarak geçirmez. en azından yemek yemek, uyumak ve tuvalete gitmek için ara vermeniz gerekir. ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla en azından telefonda konuşabilirsiniz, değil mi? ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak "çok
çalışıyorum"ukesinlikle kabul etmiyorum. eğer biriyle aylarca görüşmüyor ve "işlerim var, ondan" diyorsanız, bunun iki anlamı vardır:

a) ben aynı anda iki işi yapamam. doğal olarak çalışırken araya kimseyi katamam. merdiven çıkarken çiklet de çiğneyemem. hayatım allak bullaktır. zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum.

b) seninle görüşmek istemiyorum.

c) ciddi anlamda işlerim yüzünden görüşemediğimizi sanıyorum. bu mazerete gerçekten inanmışım. kimi kandırıyorum ki?

vakit ayırmak istersen, istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin. ama müsaadenizle ben
bu konuyla ilgili söylenmiş ve gerçekten çok hoşuma giden sözlerden de bir demet sunmak istiyorum. bunları herkesin çerçeveleterek duvarına asması gerek.

"işim var, vaktim yok" diye saçmalamaya ve daha da
korkuncu bu saçmalığa kendimiz de inanmaya başlarsak
acilen okuyup kendimize geliriz:

-işinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız, bu sinirlerinizin ciddi biçimde bozulduğunun en açık göstergesidir. (bertrand russell)

-işini her şeyden önemli sayarak günde sekiz saat çalışan, sonunda çalıştığı yerin başına geçer ve
günde aynı hızla yirmi dört saat çalışmaya mahkum olur (robert frost)

-mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektedir.(edward newton)

-bitap bırakan günlük yaşam, ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir. (anton çehov)

-eğer boş zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir.(l.p.smith)

-kalitenizin ölçüsü, boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır.medeniyetlerin kalitesi de insanlara sağladığı boş zaman ve bunun kalitesi ile ölçülür. (irwin edman)

-babam bana çalışmayı, fakat işin esiri olmamayı öğretti. şimdi okumanın, hikaye anlatmanın, şakalaşmanın, konuşmanın ve gülmenin iş kadar; hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum. (abraham lincoln)

-boş zamanı iyi değerlendirmek, çok ciddi bir sorumluluktur. (william russell)

ve benim favorim:
"yeterli zamanım yok deme. büyük insanların da günleri 24 saattir..." "

beğendim ben bu yazıyı. üstelik saklayacağımda. arada bir okumayı ve arkadaşlarıma göndermeyi planlıyorum. kendimize gelelim degil mi?

21 Şubat 2006

insanın bazen gerçekten sadece grrrrrrrrrrrrr diye sesler çıkartası geliyor. hayat öyle üzerine geliyor bazen. kedi olmak istiyorum. catman'i anlayabiliyorum biraz daha. birsürü yapmam gereken iş var ama yapmak istemiyorum. kaçmak istiyorum. beni bağlayan herşeyden kaçmak. uzun zamandır kimsenin içindeki iyiyi görmeyi başaramıyorum. bu beni çok zorluyor. ya uzaya gitmek istiyorum. böyle sıfır ses bir yere. yazmak istiyorum, lanetlemek istiyorum, bana acı veren şeyleri ve kişileri ifşa etmek istiyorum ama içimdeki cüce hemen durduruyor beni. pislik, aşağılık, kompleksli, bir işe yaramayan, göt cüce...esas senle benim derdim. önce ayaklarını biraz daha kesecegim, kudurup biraz daha saldır diye, sonra da daha önce düştüğüm yanlışa bir daha düşmeyecek ve yalvarmalarına aldırmadan kafanı keseceğim. bir bokmuşsun gibi sırf adaletli olabilmek adına içimde yaşamana izin verdiğim zamanları düşüneceğim gözlerimin önünde ölürken. pislik...

17 Şubat 2006

14 Şubat 2006

ispanyolca öğrenmeye çalışıyorum. anlıyorum biraz ama konuşamıyorum. bana zor geliyor.
bugün sevgililer günü. artık ne demekse. efendim böyle bir güne insanların inanıyor olduklarına inanamıyorum. birisi diyor ki sevgilinize siz istediğiniz zaman değil biz size söylediğimiz zaman hediye alacak ve onu önemsediğinizi göstereceksiniz ve herkes tamam, olur diyor.

efendim, tükettiğimiz yetmiyor mu? anlamıyorum sistem neye göz dikti? yani bizi köle gibi çalıştırıp kazandığımız tüm parayı da onların istediği yerlere ve dayattıkları şekilde harcamamızı istiyorlar.

yukarıdan bir ses devamlı bizi kontrol etmeye çalışıyor.

hey sen! bak sen bu ayakkabıya bayılırsın. eğer satın alırsan kendini böyle bok gibi değil biraz daha az bok gibi hissedeceksin!!!

aha bunu almak zorundasın, bunu almak zorundasın. eğer almazsan ahmaksın. üstelik bu fiyata, üstelik binikiyüz ay taksitle

eğer bu pantolonu giyersen, çok cool görüneceksin. vayyyyyyy diyecekler ne serseri be!! (kimsenin serseri olamayı totosu yemiyor, herkes görüntü peşinde)

hepimize kartondan birer kişilik kestiler, bizde tak çıkar oynuyoruz tabi onların buyrukları doğrultusunda.

üstelik kimi nasıl seveceğimize, sevgimizi nasıl göstereceğimize de bu götler karar veriyor. hadi be!!! işte benim sevgililer günü yazım budur. isteyen istediği gibi faydalanabilir.

10 Şubat 2006

şimdi mesnevi'yi okumaya çalışıyorum. yani mevlana'nın kişiliğini , şemsle olan muhabbetini çok önemsiyorum ama mesnevi okunması zor bir kitap oldu benim için. daha önce birkaç kez okumaya çalıştığım halde hep bir kenara bırakmış idim. fakat bu sefer kararlıyım diye her elime aldığımda üstelik...ama şimdi kararlıyım. neden okumak zor geliyor anlayamıyorum. öyle saçma şeylerle doldu ki beynim, içim , basitin içindeki o güzelliği, yüceliği kavramakta zorlanıyor ve basitten hemen sıkılıyor.

aslında itiraf edeyim mevlana'dan çok şems'in söylediklerini, düşündüklerini merak ediyorum. şems ile mevlana'yı birbirinden ayırmak mümkün değil tabi.

kişiliğimin birisi kaosu ve içindeki düzeni alabildiğine destekliyor, bir diğeri ise basit olanı ve onun içinde varolan, o küçük modeli destekliyor. her ikisi de bir yana çekmeye çalışıyorlar beni. bu ara kazanan kaos zannediyorum ama gönlüm hep basit olandan yana.

07 Şubat 2006

bu aralar heryerde kurtlar vadisi ırak konuşuluyor. efendim söyle olmuş, böyle olmuş, yok türk rambosu yaratılmış, efendim öcümüz alınmış, tüm kütlemiz hepbir ağızdan tüm yüzeysel duyguları ile buradayız diyorlar. herkes sahip çıkıyor filme sanki onaylamamak ya da dahil olmamak bir günah gibi davranılıyor. tüm siyasiler gitti filme. bir milliyetçilik havasıdır esiyor tam da filmin içinden içinden. herkes ben de buradayım, ben de buradayım, ben de sizdenim diye gözümüze gözümüze sokuyor.

bu akımın çekiciliğine dayanamadık ve biz de dün ailecek 'kim polat alemdar' oyunu oynadık. polat alemdar hanginiz diyor birimiz, diğeri benim diyor, işte o yüce kişilik benim. sarı'yı da kattık aramıza. o da polat alemdar olmak istedi. onun da hakkı, değil mi? hatta henüz filme gitmediğimiz halde ırak'a gittiği sahneyi televizyondan izlediğimiz kadarıyla canlandırdık. süper oldu valla. hepimize iyi geldi. damarlarımızda ki o gücü hissettik hepimiz. sonra kolibasili the gerçek, uzaya seslenip yardım çağrısı yaptı. çıkarın bizi buradan! dedi.
dün akşam. vapur iskelesi yine. sigara, bekleyiş. çakmak satıcısı çocuk. çocuk dediysem 16 - 17 yaş. çakmak diyor. yok diyorum. bir daha. bu sefer daha güçlü yok diyorum. iyi bok yiyorum.

başka birine gidiyor. çakmak diyor. yok diyor adam. abi anlatamadım herhalde diyor. ayakkabım su alıyor, hava bok gibi soğuk, çakmak diyorum diyor. adam çakmak alıyor. sonra çocuk bir türkü tutturmuş geçiyor önümden, türküsü tuhaf, çok acılı değil hatta biraz pop gibi söylüyor,şunları duyuyorum içinden sadece, adaletini skeyimmmmmmmm dünyaaaaaaaaaa viyviyy.
dün. firtinada evden vapura yürümeye çalış. şemsiyeyi parçala. tam vardım sanarken iskelenin kapılarının burnunun üzerine kapansın. hadi geç kalmayayım. taksi. oha trafik. en fazla 100 metre sonra kilit. 25 dakika sonra, abi sen beni yeniden kadıköy iskelesine bırak, vapur olayı. ilk kaçırdığım vapurdan iki sonraki vapur bu. neyse taksiden iniş. elimdeki çanta ıslanmış , paramparça. içindekiler etrafa saçılır. vapur iskelesinin önünde bir kadın çığlık çığlığa, ne korkunç bir gün bu, daha yeni başladı üstelik , ne zaman bitecekkkkkk. biri der, sakin olun, verin şemsiyenizi tutayım, toparlanın sizde. asfalta dökülmüş yoğurdum. iğrenç görüntü. toparlanma. vapur. daha bir sürü üstüste şey. önce sinir bozucu geliyor sonra komik.

05 Şubat 2006

hiçbir şeyi takmayan birinden, herşey için endişe duyan bir insana ne zaman dönüştüm hatırlamıyorum. sadece endişe de değil üstelik, herhangi bir fikir ne kadar basit olursa olsun , günlük hayatla bile ilgili olsa, kafama korku tünellerinden giriş yapıyor önce. nedir benim böyle içimi dışıma, dışımı içine çıkaran şey anlamıyorum.

tamam diyorum sınırlarım kalkıyor, korkularımın ve endişelerimin belirlediği dünyamın sınırları yavaş yavaş kalkıyor diyorum oysa hep tel örgülerimi kaldırıp birkaç adım öteye kurduğumu farkediyorum. bunları yaratan da öteleyen de, takılıp yaralanan da benim oysa. kendimi ne zaman kendi halime bırakacağım? çok merak ediyorum.

02 Şubat 2006

otobüste geliyorum. tabi herzamanki gibi otobüs şöförü kendi şahsi yarış arabasını kullanıyor gibi kullanıyor otobüsü. efendim elli yaşlarında bir beyefendi söylenmeye başladı. hatta hayvan falan bile dedi şöföre. takmıyor tabi. beyefendi yolculara da söylendi bu arada, hiç sesiniz çıkmıyor diye. e amca sen böyle söyleyince sesimizin çıkacağı varsa da çıkmaz artık. yani hem provakasyona açık ruhumu ateşliyorsun hem de başkasının sözüyle hareket etmeyen kişiliğime de iğneyi basıyorsun. kısacası şöföre ben de kızmak istiyorum ama o amca bu hareketiyle beni engelledi. büyük bir ızdırap ve utanç içinde geçen bu yolculuk tam bitmek üzereyken amca yaklaşıp " kusura bakmayın. sabah sabah kabalaştırıyorlar insanı" dedi ve biraz olsun gazımı aldı.

31 Ocak 2006

aslında hayatla ilgili - ki birçok insanın olduğu gibi benim de - yanıttan çok sorularım var. aslında eskiden sadece sorularım vardı, artık az da olsa cevabım da var fakat tabi sorular böyle ne desem himalayalara yağan kar taneleri kadar olmuş. niye himalayalar bilmiyorum sanki oraya çok kar düşüyormuş gibi, bir de himalayalar sözcük olarak hoşuma gitti şimdi.
fotograf yükleyemiyorum bir süredir. zannediyorum sorun var sitede. neyse.

dün bir arkadaşım interaktif bir harita gönderdi. avrupa haritası. ve biraz da rusya'yı kapsıyor. kenarda ülkeler var, sınırlarıyla, sen onları alıp haritadaki doğru yerine koymaya çalışıyorsun. bazı şeyleri yanlış bildiğimi, bazılarını da hiç bilmediğimi farkettim. özellikle parçalanan rusya ve balkanları hiç bilmiyorum. latvia ve lithuania diye iki ayrı ülke var. monaco'nun nüfusu 32.000 imiş falan. güzeldi yani. parçalanmış toprakların gerçeğini bir de harita üzerinde görmek ve biraz daha anlamaya yaklaşmak dışında güzel bir oyundu diyebilirim.
geçen perşembe günüydü sanırım. televizyonda bir haber spikeri kar dolayısıyla nasıl mahsur kaldığını, efendim haber merkezine nasıl zor ulaştığını falan anlatıyor. kendisi atilla yeşilada , habertürk'ten. neyse, elinde dağcı kazması , tırmanma ipi falan. koca adam karların üzerinde sürünüyor, oraya buraya kazmasını saplayıp, güya kendini yukarı doğru çekiyor falan. efendim zamanımızı almakla kalmıyor, ki kendisi bu konuda bizi zorlamadığı için birşey söyleyemiyoruz. ama hem kendisi hem de bağlı bulunduğu haber merkezi, acaba neden böyle bir haber yapmışlar ve ana haber bülteninde yayınlamışlardır? yani çok mu gereklidir? yani sayın yeşilada karların üzerinde sürünmezse ana haber bülteni eksik mi kalacaktır? anlayamıyoruz.

aynı gün başka bir kanal. milletimizin, kitlemizin, kütlemizin toplu olarak çılgınca eğlendiği, efendim genç kızlarımızın popolarını sallayarak, genç erkeklerimiz saçma sapan yarışmalara katılarak tüm hünerlerini sergiledikleri programlardan biri sadece. hepsi de kendisine sanatçı diyen bir sürü konuğu var programın. ama tabi biz onlarla ilgilenmiyoruz. başkalaşım geçirmiş biri var aralarında, oktay kaynarca, onunla ilgileniyoruz. kendisi daha önceki hayatında gayet düzgün, akıllı bir insan görüntüsü çizer iken şimdiki yaşantısı tamamıyla kendi kontrolünden çıkmış görünüyor. kendisi bir şiir okudu. evet evet o programda. hani kızlarımızın popolarını sallamak ve kendilerini göstermek için can attıkları programda.

öncelikle şiir dediğin , benim fikrimce tabi, büyük bir kalabalığın - ki o kalabalık eğer oraya göbek atmaya gelmişse hiç okunmaz- önünde okunmaz, ya da öyle okunan şiir azdır. duygusu azalır kalabalıkta. oysa şöyle üç beş kişi olursa, sıcak olur. okuyan kişinin o an yaşadıklarını paylaşırsınız, acısını keser alırsınız.

sonra şiir dediğin kabadayı bir şekilde okununca duygusu daha etkileyici olmaz. her şiiri böyle bir delikanlı havasıyla okursanız, şiirin kendi duygusunu önemsemiyorsunuz demektir. o zaman şiir okumayınız efendim.

ilkokulda, şiiri kim daha çok bağırarak okursa, sanki daha iyi okuyor diye öğretilmiş, hatta dayatılmış olabilir ama o ilkokulda kaldı. sonra bize dayatılan şiirleri değil ve bize dayatıldığı için değil, kendimiz sevdiğimiz için , kendimizin sevdiği şiirleri okumaya başaladık değil mi? eğer gerçekten şiir okumayı seviyorsak, şiiri anlamış ve duygusunu da anlamış olmamız gerekmez mi? hadi bakalım şimdi herkes dağılsın. birkaç şiiri tuvalette, banyoda yada yanlız başınıza bir odada okuyup bir daha düşünün. yoksa bu hayat böyle gitmeyecek. karşımızda, kürsüde, birazdan kendine bıçak saplayacak, aha sapladı , saplayacak izlenimi yaratan ilkokul öğrencisi modunda!

26 Ocak 2006

bilgisayarın başına oturdum. ne yazayım diye düşünüyorum. oysa siteyi açmadan önce nekadar çok yazacak şeyim vardı. sanki bir çığın altında kalmıştım da bu site küçük bir hava deliği olacaktı.

belkide yaşamla ilgili sorunları ben çok abartıyorum, bilemiyorum. bugün çok kötü kalkmadım mesela. belki bunda iki gündür işe gidemeyişimin etkisi vardır. aslında o umutsuz ve alabildiğine kaygılı halimden biraz olsun çıkabilmemde sarı'nın etkisi çok oldu diyebilirim. yoksa eğer biraz daha izin verseydim kaygılarım yönetmeye başlayacaktı hayatımı.

kaygıların nedensiz başlaması, daha doğrusu nedenlerinin çok karmaşık kombinasyonlar olması onlardan kurtulmayı güçleştiriyor. ve kaygılar büyük bir çekim gücü ile diğer bütün düşünceleri de içine çekiyor ve kendi içinde yoğuruyor ve kendine dönüştürüyor, ve bir süre sonra, gittikçe büyüyen bir kaygı yumağı halinde dolaşıyor insan. önceleri sadece beynindeyken bu düşünceler sonra yavaş yavaş o düşünceler sen olmaya başlıyor. kişiliğini , benliğini ele geçiriyor. kurtulmak ise sanıldığı kadar zor degil. sadece birkaç saniyede gerçekleşebiliyor. evet artık bu düşünceleri hayatımda istemiyorum diyorsunuz, bir anda kayboluyorlar. tabi periyodu gittikçe düşse bile arada sırada sizi ziyaret edip çoğalabilecekleri bir ortam olup olmadığını kontrol ediyorlar ama eğer bunun da farkındaysanız uzaklaşıyorlar. tamamen kaygısız bir hayat değil tabi ama kaygıların ele geçiremediği bir hayat...

25 Ocak 2006

kar yağdı , yağdı , yağdı, yağdı, yağdı, yağdı...bbc'nin belgesellerine başlamışken devam edildi. sarı ilk defa karla tanıştı. ilk defa kara patilerini bastığında, büyük bir şaşkınlıkla, zıplayarak geri çekti. sonra uzun uzun karı kokladı ve kendini bir anda içine attı. kuyruğuyla karı havalandırmalar, patilerini basmadık bölge bırakmadan bir o tarafa bir bu tarafa koşuşturmalar... pembecik patileri pembe beyaz arasında bir renk alana kadar girmedi içeriye.

ev dışarıdan az daha sıcaktı. bize uykutulumlarının altında oturmaktan başka çare kalmadı. kolibasili the gerçek bir güzel çorbayla içimizi ısıttı. süper bir gündü. bakalım yarın neler olacak?

24 Ocak 2006

dün bbc'nin uzay belgeselinde anlatıcı şöyle söylüyordu " eğer birisi size nereden geldiğinizi sorarsa, evrendeki bir yıldızın kalbinden geldiğinizi söyleyebilirsiniz" bazılarına cok romantik bir düşünceymiş gibi gelebilir ama beni, fikrin gerçekliği büyülüyor.

teoriye göre evrende herşeyin başlangıcı hidrojen gazı idi. hidrojen gazının çeşitli hareketlerle bir araya gelip bazen sıkışması sonucu diğer elementler ve bunlarla dolu yıldızlar oluştu. yıldızlarında bir ömrü var ve içlerindeki hidrojen yakıtı bittiğinde büyük bir patlamayla, ki süpernova deniliyor, tüm evrene parçaları yayılıyor. bu parçalar zaman içinde daha büyük parçalarla birleşerek gezegenleri oluşturuyor ve dünyamızda böyle oluşmuş bir gezegen. yani dünyada bulunan tüm elementler bir yıldızın içerisinden geliyor.

yine teoriye göre dünyada yaşam bir kuyruklu yıldızın dünyaya çarpması ve kuyruklu yıldızın içerisinde bulunan en ilkel yaşam formlarının dünyaya yayılması sonucu olabilirmiş.

evrende sadece dünyamız varmış , sanki bizden başka yaşam formları yokmuş gibi hatta bırakın evreni dünyada da sanki insanlardan başka canlı yokmuş gibi yaşıyoruz. oysa içinde bulunduğumuz güneş sistemi koca kainat içinde bir zerre. bizler ise artık hesap edemediğim küçüklükte bir toz parçacığı.

yine aynı belgeselde güneşin devamlı ısındığını ve dünyanın bu ısınmadan, uzun yıllar sonra olsa bile - 7 milyar yıl diye hatırlıyotum- etkileneceği ve yokolacağı söyleniyor. ve türüm, devamını sağlamak amacıyla kendine yeni bir dünya aramaya başlamış bile. bunun için mars'ı düşünüyorlarmış. mars'ı yaşayabileceğimiz bir gezegen haline getirmek için çalışmalara başlamışlar. bu planla ilgili yorum yapmayacağım, belki gerçekten bazılarımızın içgüdülerinde hayatta kalmak ve türünün devamını sağlamak içgüdüsü çok daha gelişmiş düzeydedir ama eğer olurda başarabilirsek mars'a gitmeyi, umuyorum mars'ta dünya'da olandan daha gelişmiş bir türün tarihini yazabiliriz.

degil mi ama? mars'a gitmemizin ve türümüzü devam ettirmeye çalışmamızın bir nedeni olmalı. yani mesela işe yaramaz, gözünü para bürüdüğü için kan dökmekten çekinmeyen siyasilerin, türüne ve diğer türlere ihanet ve işkence edenlerin, dünyayı yaşanmaz kılanların mars'ta ne işi var? ama malesef bu araştırmaları destekleyenlerin içinde onlar da var. nasıl olacak?

23 Ocak 2006

hakan gülseven cumartesi günkü yazısında çok güzel birşey yazmıştı. futbol federasyonu seçimleri ile ilgili olarak "kıyasıya bir çatışma yaşanıyor, 'türk futboluna en iyi ben hizmet ederim' naraları atılıyor. yani diğeceğim o ki, gözümüzün önünde alenen bir avanta yarışı yaşanıyor, bu 'gündem' oluyor, işin içine envai çeşit mafyoz giriyor ve ortadaki avanta yarışının adina da 'türk futboluna hizmet yarışı' deniyor.

evet bence de artık birbirimize yalan söylemeyelim , hepimiz birbirimizi tanıyoruz değil mi?

mesela gerçekten futbol federasyonu seçimleri dahil , tüm seçimlerde , muhtarlık seçimleri dahil, okul aile birliği seçimleri , yerel seçimler, meslek odaları seçimleri, yok efendim bunu sevenler derneği, bunu koruyanlar derneği seçimleri de dahil açıklasınlar, aslında bir iktidarın peşinde olduklarını. amaçlarının aslında tüm gruba hizmet etmek olmadığını açıklasınlar. ben aslında kendimin ve en yakınımdaki ailemin ve benim etrafımda olan kadronun çıkarları doğrultusunda hareket edeceğim, gerekiyorsa tüm yetkilerimi - ki türkiye gibi bir ülkede malesef en küçük sayabileceğiniz bir yetki bile yetkidir, yani işini bilen kaptanın kayığını, teknesini , gemisini yürütmesini kolaylaştırır- bu doğrultuda kullanacağım. densin efendim.

ha bu arada sanki hep başa gelenler bu sorunu yaratıyorlarmış gibi davranmaktan da vazgeçelim. biz de itiraf edelim. efendim diyelim ki bu ya da şu adamı desteklerken ben de kendi küçük hesaplarımı yaptım tabi. kendisini eğer istediğimiz noktaya getirebilirsek biz de tırtıklarız biraz diye düşündük. degil mi?

kimse ak kaşık değil, kimse şikayet etmesin, ahlaksızlıktan, kuralsızlıktan, hukuksuzluktan, esaretten, kuşatılmışlıktan, bilgisizlikten, cahil bırakılmaktan şikayet etmenin ve hep suçu bir başkasında görmenin faydası yok. biz biliyoruz, bizim ne olduğumuzu.

masum olduğunu kimse savunmasın, eğer dünyada savaş varsa, eğer başka bir insanı öldürebilecek hakkı kendimizde bulabiliyorlarsak, eğer kendimizin fazladan kazanacağı bir birim gücün , paranın , iktidarın ya da herneyse onun, bir diğerinin ezilmesine , aç kalmasına , yaşam haklarının azalmasına yol açacağını bildiğimiz halde o yolda yürümeye devam ediyorsak, eğer bir zamanlar parçası olduğumuz o koca sistemle bağlarımızı kopardıysak ve o sistemin diğer üyelerine yani hayvanlara, yani bitkilere, yani toprağa, yani suya, yani havaya bizim kurallarımızın dışında varolma hakkı tanımıyorsak sonuçlarına katlanacağız hepbirlikte.

nasıl bir türe ait olduğumu biliyor ve bundan zaman zaman utanç duyuyorum. sarı, sana sesleniyorum, bunları gerçekten anlayabilmeni isterdim.


hakan gülseven'in yazısı için: http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=cts&haberno=5440

22 Ocak 2006

sarı var sonra. kendisi ilk geldiği gün, sizin türünüz bizimkinden daha az evrim geçirdi, ben olsam dikkatli olurdum diyerek biraz takılmışlığım var kendisine, oysa şimdi ne kadar da mahçubum. kendisi kolibasili the gerçek'in kokusunu apartmanın girişinden alabiliyor, arabasının sesini diğer arabalardan ayırd edebiliyor ve eğer uyuyorsa kalkıyor ve beni uyandırıyor. şimdi düşündümde sarı'yı tanımlamak için bu özellikler ne kadar da yetersiz.

kendisi burun dürtücü, çelme takıcı , saklambaçta devamlı bulucu, sinek patileyici, top peşinde sek sek sekici, hışırtılı ambalaj çiğneyici, oyuncak fare kovalayıcı, sırtüstü patiler uzunlamasına yatıcı, uykudan gözlerini açar açmaz oyuna başlayıcı super super bir ... ne desem bilemedim. canlı diyemedem, hayvan olmadı, yaratık olmadı. arkadaşım diyeyim, oyun arkadaşım, sevdiğim, saydığım, imrendiğim arkadaşım.

20 Ocak 2006

yazı yazarken ne kadar da kendimi kastığımı, çoğunlukla gizlemeye çalıştığımı farkediyorum. yaşarken de öyle. aslında konuşurken daha rahatım. daha rahatım derken, daha rahat saklayabiliyorum kendimi, hem kendim de çok farketmeden. oysa yazarken hep farkediyorum kulağımda bir ses başka şeyler söylüyor ve ben duymamazlıktan gelmeye çalışıyor, ama yine de hep rahatsız bir ruh haliyle bitiriyorum sözcükleri. oysa kötü birşey söylemiyor kendisi. ben de varım burada, bak aslında kolunum senin , bacağınım diyor. oysa ben kasıyorum kendimi onu dinlememek için. dinlemeye başlarsam ikimiz içinde faydası olur diye düşünüyorum artık.
yanlış hayat, doğru yaşanmaz. adorno.

dün gece ntv'de infoman vardı. çok iyi bir program hatta söyle söyleyebilirim su ana kadar televizyonda gördüğüm en güzel program. berkun oya için yetenekli, başarılı demeyecegim - kendisi öyle - ama ne kadarda doğru bir yerden bakıyor. süper insan.
yüklemek istediğim resmi sonunda yükleyebildim. dün bu resimle ilgili çokca yazacaktım ama şimdi pek yazmak gelmiyor içimden. kendisini anlatiyor gibi geliyor bana. en cok da kabukla kız figürünün arasındaki küçük ağacı seviyorum. sanki daha once o agacın altında uyumuşum gibi seviyorum. orada uyumusum, o kargayı o uzaklıktan görmüşüm...


not: resim kolibasili the gerçek'e aittir.
bugün sabah birsürü isim vardı dışarıda. oyle hafif hafif kar yağarken ben de etrafa dalmışken , otobüs söförünün anahtarlığını gördüm. kirmizi ay ve yildiz. baktım muavin vakit gazetesi okuyor, başında bir takke. yani ben siyasetle ilgileniyorum demek bu diye düsündüm. eskiden cumhuriyet gazetesi de oyle değilmiydi? yani bir kanatta durmanın bir belirteci değilmiydi? kendimizi hep biryerlere koyma savasımız diye düsünüyorum, acaba bu savas ne zaman basladı diye düsünüyorum. kendimizi bir noktadan tanımlama istegimiz nereden geliyor? neden bu kadar kesin sınırlarımız var? ustelik kendimizi icine koydugumuz o kavanozu bile doğru düzgün tanımıyor, tanımlayamıyoruz. yarım yamalak olmak acıtmıyor kimseyi, şaşırıyorum.

19 Ocak 2006

bir resim yuklemek istiyordum şimdi ama malesef yapamadım. ofisteki herkesten yardım aldım. boyutları küçültmek için falan ama nafile... oysa onunla ilgili yazmak istediğim birkac sey vardı. sessizlik diyecektir, tarla diyecektim, dünyaya ait değil diyecektim. ama olsun sonra yuklediğimde diyebilirim. gerçek kolibasilinden bile bahsederdim belki. neyse başka zamana.
yase aradi simdi. dc ye gidecekmis, bulunduğu eyalette bayıltılarak operasyon gecirmesine izin vermiyorlarmış. ne tuhaf. insan olmanin kuralları her coğrafyada ne kadar da farklı.

göğğce nerede , ne yapıyor acaba? yeni hayat icin hep birlikte birseyler yapmaya calişiyoruz. kuzen de var sonra...
hala ne yazacağımı tam olarak bilemiyorum. kafamdan yüzlerce şey aynı anda geçiyor. hepsini yazmak istiyorum, hepsini birden dökmek istiyorum. demek istiyorum ki bu dünyada varolduğumdan beri, bunu hissettiğimden beri, bunları , bunları düşünüyorum. hani bir toz parçası değilim le hiçliği kutsayan düşüncelerimin arasında gidip geliyor ve bu gidiş gelişlere kendimi alıstırmaya çalışıyorum.

parca, parca hatırlayabildiğim anları olanca sakinliğimle yazmayı istiyorum. sakinlik sadece bir temenni kendim için. oysa dünyanın ucundan düsüyormus gibi hissettigim ve etrafa bir köpek gibi saldırdığım zamanlar daha çok beni barındırıyor, daha cok benden var o zamanların içinde.

bir dal da ben bırakmak istiyorum kendi bahçeme, bir taş, bir çimen, hiç olmadı bir larva, bir toz zerreciği...

not: fotoğraf gerçek bir kolibasiline aittir.

18 Ocak 2006

ilk yazı bu. ne icin bu siteyi actim , ne yazacagım... açmadan önce hepsi kafamda oluşmuş gibiydi, oysa simdi...

belki yazarsam daha iyi anlayabilirim bazı şeyleri, belki kurtulurum kurtulmak istediklerimden , belki eklerim kendime, çıkartırım biraz diye düşünmüştüm. hem belki bazı günler eğlenceye de dönüşebilir diye düşünmüştüm. şu an ise bilmiyorum nasıl olur. yokluğu ile varlığı arasında bir fark olursa, e daha ne olsun.