31 Ocak 2006

aslında hayatla ilgili - ki birçok insanın olduğu gibi benim de - yanıttan çok sorularım var. aslında eskiden sadece sorularım vardı, artık az da olsa cevabım da var fakat tabi sorular böyle ne desem himalayalara yağan kar taneleri kadar olmuş. niye himalayalar bilmiyorum sanki oraya çok kar düşüyormuş gibi, bir de himalayalar sözcük olarak hoşuma gitti şimdi.
fotograf yükleyemiyorum bir süredir. zannediyorum sorun var sitede. neyse.

dün bir arkadaşım interaktif bir harita gönderdi. avrupa haritası. ve biraz da rusya'yı kapsıyor. kenarda ülkeler var, sınırlarıyla, sen onları alıp haritadaki doğru yerine koymaya çalışıyorsun. bazı şeyleri yanlış bildiğimi, bazılarını da hiç bilmediğimi farkettim. özellikle parçalanan rusya ve balkanları hiç bilmiyorum. latvia ve lithuania diye iki ayrı ülke var. monaco'nun nüfusu 32.000 imiş falan. güzeldi yani. parçalanmış toprakların gerçeğini bir de harita üzerinde görmek ve biraz daha anlamaya yaklaşmak dışında güzel bir oyundu diyebilirim.
geçen perşembe günüydü sanırım. televizyonda bir haber spikeri kar dolayısıyla nasıl mahsur kaldığını, efendim haber merkezine nasıl zor ulaştığını falan anlatıyor. kendisi atilla yeşilada , habertürk'ten. neyse, elinde dağcı kazması , tırmanma ipi falan. koca adam karların üzerinde sürünüyor, oraya buraya kazmasını saplayıp, güya kendini yukarı doğru çekiyor falan. efendim zamanımızı almakla kalmıyor, ki kendisi bu konuda bizi zorlamadığı için birşey söyleyemiyoruz. ama hem kendisi hem de bağlı bulunduğu haber merkezi, acaba neden böyle bir haber yapmışlar ve ana haber bülteninde yayınlamışlardır? yani çok mu gereklidir? yani sayın yeşilada karların üzerinde sürünmezse ana haber bülteni eksik mi kalacaktır? anlayamıyoruz.

aynı gün başka bir kanal. milletimizin, kitlemizin, kütlemizin toplu olarak çılgınca eğlendiği, efendim genç kızlarımızın popolarını sallayarak, genç erkeklerimiz saçma sapan yarışmalara katılarak tüm hünerlerini sergiledikleri programlardan biri sadece. hepsi de kendisine sanatçı diyen bir sürü konuğu var programın. ama tabi biz onlarla ilgilenmiyoruz. başkalaşım geçirmiş biri var aralarında, oktay kaynarca, onunla ilgileniyoruz. kendisi daha önceki hayatında gayet düzgün, akıllı bir insan görüntüsü çizer iken şimdiki yaşantısı tamamıyla kendi kontrolünden çıkmış görünüyor. kendisi bir şiir okudu. evet evet o programda. hani kızlarımızın popolarını sallamak ve kendilerini göstermek için can attıkları programda.

öncelikle şiir dediğin , benim fikrimce tabi, büyük bir kalabalığın - ki o kalabalık eğer oraya göbek atmaya gelmişse hiç okunmaz- önünde okunmaz, ya da öyle okunan şiir azdır. duygusu azalır kalabalıkta. oysa şöyle üç beş kişi olursa, sıcak olur. okuyan kişinin o an yaşadıklarını paylaşırsınız, acısını keser alırsınız.

sonra şiir dediğin kabadayı bir şekilde okununca duygusu daha etkileyici olmaz. her şiiri böyle bir delikanlı havasıyla okursanız, şiirin kendi duygusunu önemsemiyorsunuz demektir. o zaman şiir okumayınız efendim.

ilkokulda, şiiri kim daha çok bağırarak okursa, sanki daha iyi okuyor diye öğretilmiş, hatta dayatılmış olabilir ama o ilkokulda kaldı. sonra bize dayatılan şiirleri değil ve bize dayatıldığı için değil, kendimiz sevdiğimiz için , kendimizin sevdiği şiirleri okumaya başaladık değil mi? eğer gerçekten şiir okumayı seviyorsak, şiiri anlamış ve duygusunu da anlamış olmamız gerekmez mi? hadi bakalım şimdi herkes dağılsın. birkaç şiiri tuvalette, banyoda yada yanlız başınıza bir odada okuyup bir daha düşünün. yoksa bu hayat böyle gitmeyecek. karşımızda, kürsüde, birazdan kendine bıçak saplayacak, aha sapladı , saplayacak izlenimi yaratan ilkokul öğrencisi modunda!

26 Ocak 2006

bilgisayarın başına oturdum. ne yazayım diye düşünüyorum. oysa siteyi açmadan önce nekadar çok yazacak şeyim vardı. sanki bir çığın altında kalmıştım da bu site küçük bir hava deliği olacaktı.

belkide yaşamla ilgili sorunları ben çok abartıyorum, bilemiyorum. bugün çok kötü kalkmadım mesela. belki bunda iki gündür işe gidemeyişimin etkisi vardır. aslında o umutsuz ve alabildiğine kaygılı halimden biraz olsun çıkabilmemde sarı'nın etkisi çok oldu diyebilirim. yoksa eğer biraz daha izin verseydim kaygılarım yönetmeye başlayacaktı hayatımı.

kaygıların nedensiz başlaması, daha doğrusu nedenlerinin çok karmaşık kombinasyonlar olması onlardan kurtulmayı güçleştiriyor. ve kaygılar büyük bir çekim gücü ile diğer bütün düşünceleri de içine çekiyor ve kendi içinde yoğuruyor ve kendine dönüştürüyor, ve bir süre sonra, gittikçe büyüyen bir kaygı yumağı halinde dolaşıyor insan. önceleri sadece beynindeyken bu düşünceler sonra yavaş yavaş o düşünceler sen olmaya başlıyor. kişiliğini , benliğini ele geçiriyor. kurtulmak ise sanıldığı kadar zor degil. sadece birkaç saniyede gerçekleşebiliyor. evet artık bu düşünceleri hayatımda istemiyorum diyorsunuz, bir anda kayboluyorlar. tabi periyodu gittikçe düşse bile arada sırada sizi ziyaret edip çoğalabilecekleri bir ortam olup olmadığını kontrol ediyorlar ama eğer bunun da farkındaysanız uzaklaşıyorlar. tamamen kaygısız bir hayat değil tabi ama kaygıların ele geçiremediği bir hayat...

25 Ocak 2006

kar yağdı , yağdı , yağdı, yağdı, yağdı, yağdı...bbc'nin belgesellerine başlamışken devam edildi. sarı ilk defa karla tanıştı. ilk defa kara patilerini bastığında, büyük bir şaşkınlıkla, zıplayarak geri çekti. sonra uzun uzun karı kokladı ve kendini bir anda içine attı. kuyruğuyla karı havalandırmalar, patilerini basmadık bölge bırakmadan bir o tarafa bir bu tarafa koşuşturmalar... pembecik patileri pembe beyaz arasında bir renk alana kadar girmedi içeriye.

ev dışarıdan az daha sıcaktı. bize uykutulumlarının altında oturmaktan başka çare kalmadı. kolibasili the gerçek bir güzel çorbayla içimizi ısıttı. süper bir gündü. bakalım yarın neler olacak?

24 Ocak 2006

dün bbc'nin uzay belgeselinde anlatıcı şöyle söylüyordu " eğer birisi size nereden geldiğinizi sorarsa, evrendeki bir yıldızın kalbinden geldiğinizi söyleyebilirsiniz" bazılarına cok romantik bir düşünceymiş gibi gelebilir ama beni, fikrin gerçekliği büyülüyor.

teoriye göre evrende herşeyin başlangıcı hidrojen gazı idi. hidrojen gazının çeşitli hareketlerle bir araya gelip bazen sıkışması sonucu diğer elementler ve bunlarla dolu yıldızlar oluştu. yıldızlarında bir ömrü var ve içlerindeki hidrojen yakıtı bittiğinde büyük bir patlamayla, ki süpernova deniliyor, tüm evrene parçaları yayılıyor. bu parçalar zaman içinde daha büyük parçalarla birleşerek gezegenleri oluşturuyor ve dünyamızda böyle oluşmuş bir gezegen. yani dünyada bulunan tüm elementler bir yıldızın içerisinden geliyor.

yine teoriye göre dünyada yaşam bir kuyruklu yıldızın dünyaya çarpması ve kuyruklu yıldızın içerisinde bulunan en ilkel yaşam formlarının dünyaya yayılması sonucu olabilirmiş.

evrende sadece dünyamız varmış , sanki bizden başka yaşam formları yokmuş gibi hatta bırakın evreni dünyada da sanki insanlardan başka canlı yokmuş gibi yaşıyoruz. oysa içinde bulunduğumuz güneş sistemi koca kainat içinde bir zerre. bizler ise artık hesap edemediğim küçüklükte bir toz parçacığı.

yine aynı belgeselde güneşin devamlı ısındığını ve dünyanın bu ısınmadan, uzun yıllar sonra olsa bile - 7 milyar yıl diye hatırlıyotum- etkileneceği ve yokolacağı söyleniyor. ve türüm, devamını sağlamak amacıyla kendine yeni bir dünya aramaya başlamış bile. bunun için mars'ı düşünüyorlarmış. mars'ı yaşayabileceğimiz bir gezegen haline getirmek için çalışmalara başlamışlar. bu planla ilgili yorum yapmayacağım, belki gerçekten bazılarımızın içgüdülerinde hayatta kalmak ve türünün devamını sağlamak içgüdüsü çok daha gelişmiş düzeydedir ama eğer olurda başarabilirsek mars'a gitmeyi, umuyorum mars'ta dünya'da olandan daha gelişmiş bir türün tarihini yazabiliriz.

degil mi ama? mars'a gitmemizin ve türümüzü devam ettirmeye çalışmamızın bir nedeni olmalı. yani mesela işe yaramaz, gözünü para bürüdüğü için kan dökmekten çekinmeyen siyasilerin, türüne ve diğer türlere ihanet ve işkence edenlerin, dünyayı yaşanmaz kılanların mars'ta ne işi var? ama malesef bu araştırmaları destekleyenlerin içinde onlar da var. nasıl olacak?

23 Ocak 2006

hakan gülseven cumartesi günkü yazısında çok güzel birşey yazmıştı. futbol federasyonu seçimleri ile ilgili olarak "kıyasıya bir çatışma yaşanıyor, 'türk futboluna en iyi ben hizmet ederim' naraları atılıyor. yani diğeceğim o ki, gözümüzün önünde alenen bir avanta yarışı yaşanıyor, bu 'gündem' oluyor, işin içine envai çeşit mafyoz giriyor ve ortadaki avanta yarışının adina da 'türk futboluna hizmet yarışı' deniyor.

evet bence de artık birbirimize yalan söylemeyelim , hepimiz birbirimizi tanıyoruz değil mi?

mesela gerçekten futbol federasyonu seçimleri dahil , tüm seçimlerde , muhtarlık seçimleri dahil, okul aile birliği seçimleri , yerel seçimler, meslek odaları seçimleri, yok efendim bunu sevenler derneği, bunu koruyanlar derneği seçimleri de dahil açıklasınlar, aslında bir iktidarın peşinde olduklarını. amaçlarının aslında tüm gruba hizmet etmek olmadığını açıklasınlar. ben aslında kendimin ve en yakınımdaki ailemin ve benim etrafımda olan kadronun çıkarları doğrultusunda hareket edeceğim, gerekiyorsa tüm yetkilerimi - ki türkiye gibi bir ülkede malesef en küçük sayabileceğiniz bir yetki bile yetkidir, yani işini bilen kaptanın kayığını, teknesini , gemisini yürütmesini kolaylaştırır- bu doğrultuda kullanacağım. densin efendim.

ha bu arada sanki hep başa gelenler bu sorunu yaratıyorlarmış gibi davranmaktan da vazgeçelim. biz de itiraf edelim. efendim diyelim ki bu ya da şu adamı desteklerken ben de kendi küçük hesaplarımı yaptım tabi. kendisini eğer istediğimiz noktaya getirebilirsek biz de tırtıklarız biraz diye düşündük. degil mi?

kimse ak kaşık değil, kimse şikayet etmesin, ahlaksızlıktan, kuralsızlıktan, hukuksuzluktan, esaretten, kuşatılmışlıktan, bilgisizlikten, cahil bırakılmaktan şikayet etmenin ve hep suçu bir başkasında görmenin faydası yok. biz biliyoruz, bizim ne olduğumuzu.

masum olduğunu kimse savunmasın, eğer dünyada savaş varsa, eğer başka bir insanı öldürebilecek hakkı kendimizde bulabiliyorlarsak, eğer kendimizin fazladan kazanacağı bir birim gücün , paranın , iktidarın ya da herneyse onun, bir diğerinin ezilmesine , aç kalmasına , yaşam haklarının azalmasına yol açacağını bildiğimiz halde o yolda yürümeye devam ediyorsak, eğer bir zamanlar parçası olduğumuz o koca sistemle bağlarımızı kopardıysak ve o sistemin diğer üyelerine yani hayvanlara, yani bitkilere, yani toprağa, yani suya, yani havaya bizim kurallarımızın dışında varolma hakkı tanımıyorsak sonuçlarına katlanacağız hepbirlikte.

nasıl bir türe ait olduğumu biliyor ve bundan zaman zaman utanç duyuyorum. sarı, sana sesleniyorum, bunları gerçekten anlayabilmeni isterdim.


hakan gülseven'in yazısı için: http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=cts&haberno=5440

22 Ocak 2006

sarı var sonra. kendisi ilk geldiği gün, sizin türünüz bizimkinden daha az evrim geçirdi, ben olsam dikkatli olurdum diyerek biraz takılmışlığım var kendisine, oysa şimdi ne kadar da mahçubum. kendisi kolibasili the gerçek'in kokusunu apartmanın girişinden alabiliyor, arabasının sesini diğer arabalardan ayırd edebiliyor ve eğer uyuyorsa kalkıyor ve beni uyandırıyor. şimdi düşündümde sarı'yı tanımlamak için bu özellikler ne kadar da yetersiz.

kendisi burun dürtücü, çelme takıcı , saklambaçta devamlı bulucu, sinek patileyici, top peşinde sek sek sekici, hışırtılı ambalaj çiğneyici, oyuncak fare kovalayıcı, sırtüstü patiler uzunlamasına yatıcı, uykudan gözlerini açar açmaz oyuna başlayıcı super super bir ... ne desem bilemedim. canlı diyemedem, hayvan olmadı, yaratık olmadı. arkadaşım diyeyim, oyun arkadaşım, sevdiğim, saydığım, imrendiğim arkadaşım.

20 Ocak 2006

yazı yazarken ne kadar da kendimi kastığımı, çoğunlukla gizlemeye çalıştığımı farkediyorum. yaşarken de öyle. aslında konuşurken daha rahatım. daha rahatım derken, daha rahat saklayabiliyorum kendimi, hem kendim de çok farketmeden. oysa yazarken hep farkediyorum kulağımda bir ses başka şeyler söylüyor ve ben duymamazlıktan gelmeye çalışıyor, ama yine de hep rahatsız bir ruh haliyle bitiriyorum sözcükleri. oysa kötü birşey söylemiyor kendisi. ben de varım burada, bak aslında kolunum senin , bacağınım diyor. oysa ben kasıyorum kendimi onu dinlememek için. dinlemeye başlarsam ikimiz içinde faydası olur diye düşünüyorum artık.
yanlış hayat, doğru yaşanmaz. adorno.

dün gece ntv'de infoman vardı. çok iyi bir program hatta söyle söyleyebilirim su ana kadar televizyonda gördüğüm en güzel program. berkun oya için yetenekli, başarılı demeyecegim - kendisi öyle - ama ne kadarda doğru bir yerden bakıyor. süper insan.
yüklemek istediğim resmi sonunda yükleyebildim. dün bu resimle ilgili çokca yazacaktım ama şimdi pek yazmak gelmiyor içimden. kendisini anlatiyor gibi geliyor bana. en cok da kabukla kız figürünün arasındaki küçük ağacı seviyorum. sanki daha once o agacın altında uyumuşum gibi seviyorum. orada uyumusum, o kargayı o uzaklıktan görmüşüm...


not: resim kolibasili the gerçek'e aittir.
bugün sabah birsürü isim vardı dışarıda. oyle hafif hafif kar yağarken ben de etrafa dalmışken , otobüs söförünün anahtarlığını gördüm. kirmizi ay ve yildiz. baktım muavin vakit gazetesi okuyor, başında bir takke. yani ben siyasetle ilgileniyorum demek bu diye düsündüm. eskiden cumhuriyet gazetesi de oyle değilmiydi? yani bir kanatta durmanın bir belirteci değilmiydi? kendimizi hep biryerlere koyma savasımız diye düsünüyorum, acaba bu savas ne zaman basladı diye düsünüyorum. kendimizi bir noktadan tanımlama istegimiz nereden geliyor? neden bu kadar kesin sınırlarımız var? ustelik kendimizi icine koydugumuz o kavanozu bile doğru düzgün tanımıyor, tanımlayamıyoruz. yarım yamalak olmak acıtmıyor kimseyi, şaşırıyorum.

19 Ocak 2006

bir resim yuklemek istiyordum şimdi ama malesef yapamadım. ofisteki herkesten yardım aldım. boyutları küçültmek için falan ama nafile... oysa onunla ilgili yazmak istediğim birkac sey vardı. sessizlik diyecektir, tarla diyecektim, dünyaya ait değil diyecektim. ama olsun sonra yuklediğimde diyebilirim. gerçek kolibasilinden bile bahsederdim belki. neyse başka zamana.
yase aradi simdi. dc ye gidecekmis, bulunduğu eyalette bayıltılarak operasyon gecirmesine izin vermiyorlarmış. ne tuhaf. insan olmanin kuralları her coğrafyada ne kadar da farklı.

göğğce nerede , ne yapıyor acaba? yeni hayat icin hep birlikte birseyler yapmaya calişiyoruz. kuzen de var sonra...
hala ne yazacağımı tam olarak bilemiyorum. kafamdan yüzlerce şey aynı anda geçiyor. hepsini yazmak istiyorum, hepsini birden dökmek istiyorum. demek istiyorum ki bu dünyada varolduğumdan beri, bunu hissettiğimden beri, bunları , bunları düşünüyorum. hani bir toz parçası değilim le hiçliği kutsayan düşüncelerimin arasında gidip geliyor ve bu gidiş gelişlere kendimi alıstırmaya çalışıyorum.

parca, parca hatırlayabildiğim anları olanca sakinliğimle yazmayı istiyorum. sakinlik sadece bir temenni kendim için. oysa dünyanın ucundan düsüyormus gibi hissettigim ve etrafa bir köpek gibi saldırdığım zamanlar daha çok beni barındırıyor, daha cok benden var o zamanların içinde.

bir dal da ben bırakmak istiyorum kendi bahçeme, bir taş, bir çimen, hiç olmadı bir larva, bir toz zerreciği...

not: fotoğraf gerçek bir kolibasiline aittir.

18 Ocak 2006

ilk yazı bu. ne icin bu siteyi actim , ne yazacagım... açmadan önce hepsi kafamda oluşmuş gibiydi, oysa simdi...

belki yazarsam daha iyi anlayabilirim bazı şeyleri, belki kurtulurum kurtulmak istediklerimden , belki eklerim kendime, çıkartırım biraz diye düşünmüştüm. hem belki bazı günler eğlenceye de dönüşebilir diye düşünmüştüm. şu an ise bilmiyorum nasıl olur. yokluğu ile varlığı arasında bir fark olursa, e daha ne olsun.