27 Aralık 2006
23 Kasım 2006
06 Kasım 2006
bu amca hijyene bağlamış kendini sanırım. bir de kendi sitesi var. anlatıyor ve video çekmiş gösteriyor. diş nasıl fırçalanır, saç nasıl taranır, kulak nasıl temizlenir, nasıl traş olunur...
http://users.erols.com/interlac/homehy/
sitesine şuradan bakılabilir;
http://users.erols.com/interlac/homehy/iron.htm
okudukça şaşırdım aslında. gömlekleri kurutma makinasına atıp, saatini 18 dakikaya ayarlıyor, 18 dakika sonra tam kurumamış gömlekleri çıkarıp sadece bazı kısımlarını ütülüyor, sonra kendi haline kurumaya bırakıyor, kendi haline kururken diğer kısımları da ütülenmiş gibi oluyor sanırım. takıldığım yer ise başka. bu işlemi 18inci dakikada yapması gerektiğini nasıl buldu, düşünmek istemedim.
what to do with the rest of your body
site çok güzel bir fikirle kurulmuş. yemeklerin, içeceklerin hazırlanışından , manikür nasıl yapılıra kadar geniş bir aralıkta açıklayıcı videolar var. bunu komik bulduğumu söylemeliyim, çocuğun boynundaki izi saklarken yüz ifadesi çok güzel.
19 Ekim 2006
orhan pamuk nobel aldı diye benim olumlu yada olumsuz bir hissim olmadı. yani sevindim diyemem, üzüldüm diyemem. ne zaman ki gazetelerde ropörtajlarını ve nasıl çalıştığını okudum o zaman bir hissim oldu. kıskançlık.
ama tabi bu konuyla ilgili bir fikrim hep vardı. kendisi için çok önemli bir ödül olduğu açıktır. kimse tarihe geçme fırsatı yakalamış birinden bu fırsatı geri tepmesini beklemesin, herkes kendine sorsun önce. acaba ben verirmiydim geri? üstelikte gerçekten çok önemli bir ödül bu.
tüm bu olanlar sonrasında edindiğim hissim ve aslında hep var olan fikrim, biroluyor ve daha önce defalarca okumak için çaba sarfettiğim ama bir türlü içine giremediğim orhan pamuk romanlarını yeniden okuma isteği uyandırıyor.
09 Ekim 2006
kayboldum. yolumu bulamıyorum. endişelerimden kurtulamıyor, hayata bağlanamıyorum.
çözebilirim tüm bunları. iyi gidiyor. neyi istediğimi tam bilmiyorum evet ama neleri istemediğimi biliyorum. kolibasili the gerçek yanımda.
18 Eylül 2006
14 Eylül 2006
12 Eylül 2006
08 Eylül 2006
gecenin ilerleyen saatlerinde, tüm insan ve insan yaratımı seslerin kesildiği o sıralarda, çimenlerin üzerinde yatmış etrafa bakarken ve o an sanki gözüme el değmemiş gibi görünen, o doğanın içinde kendime bakarken, çok uzun bir yolculuktan gelmiş yorgun bir hayvanmışım gibi hissettim. yatıyordum, huzur ve huzursuzluk içiçe geçmiş kafamı karıştırıyor, beni gerçeklikle gerçek olmayan arasında sürükleyip duruyordu.
çok çok eski zamanlardaki insansı canlılar gibi hissettim ilk defa. bomboş arazide bulunan tek bir ağacın altında yatıyordum. her iki yanımda kocaman dağlar ve çokkkk üstümde gökyüzü... ilk defa gökyüzünü böyle gördüm. daha önce insansı romantik hayallerle bakmıştım, oysa şimdi bilinmezin kendisiydi, belki de sırf bu yüzden korkutucuydu, çok büyük ve lacivert - siyah görünüyordu. tüm bunlara rağmen,birkaç saniyelikte olsa, her zamankinden daha büyük yakınlık duydum gökyüzüne, benim ait olduğum yere aitti, bendendi sanki...
ben, eski zamanlardaki insansı canlı olarak, kendimi korumam gerektiğini düşünüyor, yatmak için doğru yeri seçip seçmediğim konusunda karar veremiyordum, belkide hangi kriterlere göre seçileceğini bilmeyen şimdiki ben arada sırada kendini gösterdiği içindi. onu kovmaya çalışıyor, bu hiç bilmediğim duygunun peşinden koşmak istiyordum, en azından bir süre...
açmıydım, hayır değildim, peki ne yemiştim? bilmiyordum. güvende miydim? öyle görünüyordu. burası neresiydi? nasıl gelmiştim? yorgun hissediyordum kendimi, birşeyden kaçmış gibi hissetmiyordum ama, yürümüş olmalıydım. su kenarına geldiğime göre bunun bir nedeni vardı ama bilmiyordum işte.
ben peşinden koştukça bu düşün, yavaş yavaş o benden uzaklaştı ve sonra zihnimden kaydı ve yokoldu. kendimi zorladım. insan bazen uyanıpta rüyasına devam etmek için kendini zorlarsa , kaldığı yerden, üstelik aynı tatta rüyası devam eder. ama bu olmadı, yakalayamadık birbirimizi, ben mi kaçtım ondan, o mu hızla uzaklaştı benden bilemedim.
07 Eylül 2006
öyle kötü ve zor ki, o kendini sevdirirken, yada benim ayaklarıma dolaşırken onun üzerine kapıları kapatmak. o dışarıda kalırken kendi güvenli ve sıcak yuvamıza çekilmek, hayatımızın içine alamamak, ona da küçücük bir yer açamamak... bazen karşı tarafın yaşadığı acıdan daha fazla olabiliyor sana yaşattığı acı demişti bir arkadaşım. öyle mi gerçekten? dünya düzenine katlanacak gücüm kalmıyor çoğu zaman, kaldıramıyorum.
bugün dolunay var. dün ve sanirim bugün biraz gergin...
tatilden çok güzel bir ruh haliyle dönmüştüm, dinlenmiş, sakinleşmiş, zihnim berraklaşmıştı sanki. üstelik kalıcı olduğunu düşünmüştüm, artık öğrenmiştim nasıl olsa. oysa dönüşümden beri mevcut durumu korumak için çaba sarfetmem gerektiği konusunda beni sürekli uyaran içsesime kulak vermediğimde, bunu uzun süre koruyamayacağımı bilmeliydim. emeklerim boşa mı gitti? sanmıyorum. artık nasıl yapıldığını biraz biliyorum ve öğrenmeye de her zamankinden daha fazla açığım. ay güzeldir. baksanıza ne güzel şekillere girebiliyor.
31 Ağustos 2006
29 Ağustos 2006
28 Ağustos 2006
sarı'yla ilgili kısmı;
tatile gittik, gitmeden bir gün önce veterineri aradım, hayır götürmeyin dedi. hem çok sıcak olduğu için yolda daha huzursuz olur hem de o sizden daha çok yaşadığı eve bağlı. neeeeeeeee dedim, bozuldum yani biraz ama tabi tüm önlemleri alarak ve iki arkadaşıma evin anahtarını verip, hergün sarı'yla oynayacaklarına dair ant içtirip, büyük bir üzüntüyle, yanlış birşey yapıyormuşum hissiyle evden ayrıldım. iki üç gün sonra, özellikle denizle karşılaştıktan sonra bu his geçti.
yolculuk öncesi ;
cumartesi günü kendimizi kasmadan öğleden sonra gibi yola çıktık. burada açıklama yapmadan geçmek istemem. normalde yola çıkış konusunda biraz takıntılıyımdır, sabah çok erken çıkılmasının gerekliliği ile ilgili yüzlerce neden sayabilirim. ama bu tatil farklı, hiçbir şey daha önceki gibi olmayacak, hiçbir şey için kasmayacağım, içimde beni devamlı telaşlandıran ve endişelendiren o sesi durduracağım diye ant içtim bir kere. bu nedenle yapılması gereken herşeyi normal süresinde yapmayı bırak, daha da ağırdan alıp, sonuca giden yolu uzattıkça uzattım, bazen sonucu görmeyi bile önemsemedim.
yolculuk;
cumartesi günü öğleden sonra yola çıktık, güzergah kütahya'nın tavşanlı ilçesi, topçular iskelesinden körfezi geçtikten sonra 171 km. yol çok güzeldi, özellikle son kisimları... ay ışığında yeşillikler arasında kıvrıla kıvrıla tırmanan ve inen upuzun gece yolları. gittikçe serinleyen ve temizlenen bir hava...
tavşanlı ve...
gevşeklik yapacağız derken 171 km yolu 6 saatte aldık ve tavşanlı'ya vardığımızda akşam olmuştu. öğretmen evi, misafirhaneler derken kalacak yer olmadığını öğrenip, pazarlamacıların bile zorda kaldıklarında konaklayacakları bir otel bulduk. benim için açıkcası çok farketmez. çok pis olmadığı sürece sorun yok. tavşanlı'da çay bahçesinde oturmaca ve bize misafirhanesini açmayan orman müdürünü delirtmece ile geçti gece.
sabah uyanır uyanmaz, kahvaltı ve arkasından ahmet uluçay'ı görmeye gittik. kendisi bizi evinde konuk etti. süper bir insan, ondan ayrıca bahsedeceğim. sohbet uzadığı için bir türlü oradan ayrılamadık, aslında hiç kimsenin şikayeti yoktu ama gitmemiz gereken 950 km yolun sadece 171 km'sini gidebilmiştik ve 171km'yi 6 satte aldığımız düşünülürse birkaç gün daha sürecekti denize kavuşmamız.
yolculuğa devam;
akşam saat 6 gibi ahmet abi'yi arkada bırakarak yola koyulduk, çok güzel bir ay, kafamızda hep sorduğumuz ve cevap bulamadığımız o sorular, çok güzel bir coğrafya ilerliyoruz, ama hepimiz hem fikir olduk; bu gece varamayacağız bodrum'a. o zaman zorlamanın anlamı yok. denizli, çivril, meyveleriyle ünlü bir ilçe, tavşanlı'nın aksine herkes çok canlı, güneye yaklaştığımızı hissettirir bir sıcaklık insanlarda... öğretmenevinde konaklama, serin , temiz, güzel bir uyku, ertesi sabah incir ve üzümle kahvaltı.
sabah erkenden yola çıktık bu sefer, inancımızı kaybedeceğiz yoksa, akşamüstü bodrum aspat'tayız.
tatil;
kaldığımız yerde sadece ben vardım sanki... sabah erken kalktığım günlerde yoga yaptım, kendimi zorlamadan, sabah kahvaltısı ve arkasından deniz, sonra öğlene kadar hamakta gazete ve kitap okumaca, sonra öğle yemeği, sonra yeniden kitap ve gazete ve bulmaca ve güneş iğnelerini çeker çekmez yine deniz, duş ve akşam yemeği. akşam yemeğinde biraz sohbet, sonra açıkhava sineması, hamakta yatıp gökyüzünü izleme ve yatış.
küçük değişiklikler dışında neredeyse her günüm böyle geçti, bazen kolibasili the gerçek'in yapması gereken işler olduğunda onunla birlikte ufak geziler yaptım, o kadar.
deniz;
deniz çok güzeldi. girdiğim en güzel denizlerden biriydi. çok temiz, berrak ve ne soğuk, ne sıcak, ılıktan daha soğuk ve diriydi. üstelik denizin altına bakamayan ve canlılarına katlanamayan ben ( evet balıklardan korkuyordum ve yosunlara dokunamıyordum, ne yapayım) hemen ilk gün kendime şnorkel ve diğer malzemeleri aldım, korkumu yenebilmek maksadıyla. çok faydası olduğunu söyleyebilirim. artık balıklarla ilgili problemim kalmadı. küçük olanlar tabi.
güneş;
güneşi yogayla karşıladıktan sonra aslında yogayla batışına eşlik etmek istedim hep ama malesef olmadı. nedenini bilmiyorum ama, ya ben yeterince istekli değildim ya da bir türlü organize edemedim, aslında yeterince istekli değildim ve kendimi kasmaya niyetim yoktu.
hayatımda ilk defa güneş alerjisi oldum ve üstelik bir defa bile güneşte durmadığım halde, ama yüzerken yada gazete okurken yansıyan ışınlardan etkilenmiş olmalıyım.göbeğim dışında her yerim fosur fosur kabardı, kaşındı da kaşındı.
bu konuda daha sonra yine yazarım diye düşünüyorum.
26 Temmuz 2006
hala sarı'yı ne yapacağımıza karar veremedik. çözemiyoruz bu işi.
4 tane daha kedi yavrusu buldum. anneside bir yavru aslında. 8 aylıkken falan hamile kalmış sanırım. yani çok bilmiyor yavrulara bakmayı falan. neyse ben hepsine bakıyorum. tatile giderkende yan apartmanda çok tatlı bir kadın var. ona bırakacağım emanetleri.
ya bu sarı ne olacak?
bir kılıca sahip olmak isterim. hattori hanzo gibi büyük ustanın elinden çıkmış bir kılıca.
bir köpek fotosu buldum. göbüşünde yatmak istedim.
johnny depp yine çıktı karşıma. düğüm çözülmüyor hernedense.
sarıyı götüreceğim sanırım.
12 Temmuz 2006
ne kadar zor hayatlar var aslında, gece hiç aklımdan gitmedi o yüz ve yaşadığını düşündüğüm hayat...
07 Temmuz 2006
tatile gideceğiz, sarı'yı ne yapacağız sorusunu çalışıyorum , günde 36 kez.
denize girmek istiyorum, denizde kalmak istiyorum.
tatile gideceğiz, sarı kendi kendine kalsın diyorum, günde 72 kez(sayılar tutmuyor biliyorum) yanımızda götüreceğiz sanırım.
fikir olarak canlandırabilmek kadar, projeleri bir film gibi kafanda canlandırıp, görebilmek, yani projeye bakabilmek çok önemli ve çok zor, onu farkettim.
ya bu sarı ne olacak?
otostopçunun galaksi rehber'i kitabını yeniden okuyorum. bir dünyalı olarak devamlı ihtiyaç duyduğum kitap haline geldiğini söyleyebilirim.
ya 15 gün bu hayvan bizi görmezse üzülür ya...
kafamdan 269 tane cümle geçtiği halde sadece bu zavallılar kontrol mekanizmasından kaçabiliyorlar. onlara iyi davranınız, kazandıkları bu başarıyı küçümsemeyiniz.
23 Haziran 2006
14 Haziran 2006
12 Haziran 2006
tavuk suyuna şehriye çorbası. aslında hazır çorbadan yapmış olduğu fakat kendisinin geliştirmeci kişiliğinden olsa gerek, içine bir sürü şey katmış ve o tatsız şeyi süper bir çorba haline dönüştürmüştü. hakan'la ımmmmmmmh diyerek içtik vallahi. iç baklalı enginar, kızarmış ekmek ve peynir. üstelik ekmeklerimizi kendisi kızartıp, siz kendinizi besleyemezsiniz, hadi yiyin bunları, ben yenilerini tost makinasına koydum dedi. bizi utandırdı. enginarı hafif tırtıklamışken, akay geldi ve vakumlu hortumuyla geri kalanını gözümüzün önünde sildi , süpürdü , temizledi, yoketti. arkasından kahve, çay, pasta. birde üstüne kakara kikiri, çooooooook iyi geldi, çok.
cumartesi ev, sarı ve akşam alp tamer ulukılıç'ın sergisinin açılışı. nişantaşı'da buluşma. akay, hakan, ekin. hakan'ın işi var karşıya geçecek. sergide insanlar neden konuştu bilinmez ama bizim konuştumuz şey üçümüzü çok ilgilendiriyor. sıkıntılı bir konu ama kaçış yok, açıldı bir kere konuşulacak. birbirimizi yeterince bayamadığımızı düşünüp, sergiden ayrılıp, birbirimizi daha rahat bayabileceğimiz bir mekanda oturma kararı alıyoruz.
bir cafe. evet burası iyi. konu uzadıkça uzuyor, konuştukça rahatlıyor, konuştukça daralıyoruz, nasıl oluyorsa!!! valla öyle oldu. siyanür bile istedik garsondan, öyle daraldık diyorum. bazı kararlar alındı. belki bu biraz iyi gelecek.
eve dönüş, ohhhhhhh midye tava. mis gibi. o kadar kasılmışım ki halüsinasyon görerek sızıyorum.
ertesi gün pazar. evde yemek olayı var. güzel geçen bir gün daha...
08 Haziran 2006
kolibasili the gerçek ankara'ya her gidişte kasılır, yine kasıldı. kendisini rahatlatma girşimlerimiz sonuç vermedi, ki kendisi cuma sabahı uyandığında bile ne yapacağına karar vermemişti.
sarı'ya pasiflora içirip, kolibasili the gerçek'i ikna edip, sarı'yı kutusuna tepiştirip, sıcağın ortasında yola çıktık.
kedilerin ter bezleri yokmuş, serinlemek için dilleri dışarıda ağızları açık, korkutucu bir şekilde nefes alıp veriyorlar. tabi biz de korktuk, veteriner kuzenimizi 300 defa aradık. sagolasın heval.
bolu , ulusoyda mola, arabayı ve sarı'yı serinleten süper düşünceli insan kolibasili the gerçek. devam...
yok bu giriş değil, samsun, sincan girişi derken eve vardık. önce sarı çözülecek, mama kabı, kaka kabı, kendisi, suyu. oh be rahat, hiç sorun yaşamadı evle ilgili, kokladı bir süre, baktı ki güvenli, tamamdır. masaların üstü, dolapların, yatakların altı hep onun.
annemin süper fasulye kavurması, ne kadar çok özlemişim bunu, neden yapmıyorsam , üstelik ne kadar da kolay. 2 tabak mideye. ohhhhhhhhhhhhhh
kolibasili the gerçek kaburga diye tutturdu. carrefour, mangal, gece evin yanında bir park, karanlıkta süper oldu, bana piknik gibi geldi. kardeşler, ekin ve deniz de geldi. ohhhhh keyfimize diyecek yok. aile sıcaklığı hoşuma gidiyor, o zamanlarda kötü olan hiçbirşey bana dokunamazmış gibi.
ertesi gün çok sıcak, sarı bir yanda ben bir yanda, anne ve baba bir yanda , en serin yerleri bulup yatmak tek derdimiz.
sıcak yetmezmiş gibi kış yemeği olan hokgili pişirmesini rica ettim anneden. 2 tabakta ondan, süper olmuş, çok özlemişim. bittim. çok sıcak, hokgili ile birlikte cehennem oldu ankara.
akşam tuna'nın nikahı var. gidelim. en fazla 1 saat tahammül edebiliyorum düğünlere. çok kalabalık, gürültülü...
ertesi gün kardeşle birlikte onların evine gittik. mürsel hoca ve deniz yoldan gelmiş uyuyorlardı. sevimli insan mürsel hoca. önce ne dediğini çok anlayamadım ama sonra konuşma ritmindeki şifreyi çözünce herşey berraklaştı. kelimeleri anladım ama üçünün arasında geçen konuşmayı yine de anlayamadım. kendimi televizyona verdim, bir de uzandım güzelce, sevdiğim dizinin kaçırdığım bölümü oynuyordu tvde, süper oldu.
hepbirlikte hostada döner yedik ( ben soğanlı yedim) , üzerine hasan ustada tatlı, mürsel kardeşi pisboğazımla şaşırttım, utandım. sonra mürsel hocanın da şaşırtıcı yönleri olduğunu öğrendim. rahatladım.
ovacıktı herhalde kahvenin adı, tavla, deniz yendi beni, kahve, çay, soda, yine de patlamak üzereyim.
eski z barda bir bira, yetti de arttı. bahadır, özcan, ekin, deniz, ben eve gidiş, mavra, kakara kikiri, lagaluga. özcan'ın 1/5 oranında yaptığı komiklikler. bahadır sızmaya çalıştı, ekin oynadı. oynadın ekin işte.
sarı'sız geçen ilk gece ve üstelik bir yanım eve sarı'nın yanına gitmek istiyor, bir yanım ankara'da dolaşmak istiyor. fırsatı yakalamışken dolaşıyorum.
sıcağa rağmen, deniz ve ben kaleye gittik. oh mis gibi serin bir köşe. eski günlere gidiş gelişler geldi aklıma.
akşam ev, ertesi gün biraz daha gezme kızılay'da. ekin en sevdiğim kitapları hediye etti bana. peynir kitabı, ekmek kitabı, küçük oteller kitabı, bir de çok güzel 6 tane minyatür. minyatürleri çok sevdim.
eve dönüşten önce annemin yaptığı soğuk çorba(benim en sevdiğim), köfte , patates menüsünü bir güzel mideye indirdik, sarı'ya yine pasiflora verdik, bu sefer sıcak diye şikayet edemez, gece çıkıyoruz yola.
ankara güzeldi. dönüş yolu da öyle. ev çok güzel.
31 Mayıs 2006
bugün ofite tüm işlerimi bitirdim, üstelik stressiz, benim için önemli bu...
öğlen metrocitye gittik, 45 dakika sürdü, feci trafik ve sıcak vardı ama ofis ortamından uzaklaşmak iyi geldi.
metrocity'e giderken kanyon2un onunden geçtik, wagamamaya gitmem lazım, yoksa yase beynimin etini yer. en kısa zamanda çözmem lazım bunu, evet , evet, çözmem lazım.
patlayana kadar burger king yedim, yine patlamadım.
göğğğğğğğğğçe geldi aslı'yla, vize alacaklar aslı'ya, gökce'ye bayılıyorum, o rahatlığına, o problemleri çözmedeki doğuştan yeteneğine...
ekincik sıkılmıştı, araştık, sıkıntısı geçmişti epey, sevindim, gezelim görelim yaptık.
yase ile prayer flagleri paylaşamadık, adilce bir çözüm önerdim ama ona çok adilce görünmedi, zannediyorum hesap yapamıyor.
koli basili the gerçek ile programlarımız tutmadı bir türlü, olsun diyor, bir başka bahara diyoruz.
30 Mayıs 2006
e bir iz bırakarak ölmek lazım diyenlere evet ve hayır cevapları için bir sürü nedenim var.
ormanda, ağacın serin gölgesinde, etrafımda daha önce beraber yaşadığım, dostum ya da düşmanım hayvanların arasında olduğumu bilerek uyumak istiyorum. sarı beni evlatlık edinse... kendimi onun ve başka hayvanların yanında çok iyi hissediyorum.
24 Mayıs 2006
kendim için sağlık
kolibasili the gerçek için sağlık
sarı için sağlık ilk yazdıklarım, sonra mutluluk, huzur gibi genel ve üçümüzü içerek kavramlar geldi hep. ama tabi hemen doldurmadım. aklıma başka şeyler gelecektir sonra, onları yazacağım.
hoşuma gitti bu prayer flag işi. umarım hepimizin dilekleri gerçekleşir.
18 Mayıs 2006
duman'ın aman aman parçasının şarkı sözlerini buldum;
Nereye gider başını alıp sorarsın
Kimbilir durmadan nasıl susarsın
Bilmeden boşuna atıp tutarsın
Su gibi açıp geçer zaman
Gezdin tozdun aman aman
Sazdın sözdün aman aman
Giderek üzdün bizi zaman
Yazdın çizdin aman aman
İncecik izdin aman aman
Sıraya dizdin bizi zaman
Hem kaçıp yeni bir adım atarken
Dibine kadar çileye batıp çıkarken
İçine atıp atıp yoluna basıp giderken
Su gibi akıp geçer zaman
ağır roman filminden bir sahne : mahallenin delikanlıları bir varilde ates yakmışlar, ateş etrafında esrar içip sohbet ediyorlar, gülüyorlar. aralarında bir espri var;
aralarından biri polis diye bağırıyor, diğerleri;
- çıkarın lan bizi buradan
- çıkarın bizi bu mahalleden diyor.
çok hoşuma gitmişti, hah bu, bazen benim hissettiğim ama bir türlü açıklayamadığım hislerim.
işte duman'ın bu parçası da bana, filmde kendi hislerimle özdeşleştirdiğim bu sahneyi hatırlatıyor.
- çıkarın lannnnnnnnn bizi buradannnnnnnnnnnnnnnnn...
17 Mayıs 2006
efendim galerinin sahibi pırıl hanım çok zevkli ikramlar hazırlatmıştı,
hande hanımın organizasyonu güzeldi,
istem hanım bol şarapla sarhoş olmamızı sağladı,
ekincik ve akay beni her gördüğüm yerde güldürerek az da olsa şaşkınlığımı atmamı sağladılar, erdoğan amca ve emsal çok tatlıydı, sapanca'dan toprak çapalamayı bırakarak gelmişlerdi,
nafiz, uzun zamandır görüşmemiş olmamıza rağmen çok sıcaktı.
vasıf bey çok zarif bir çiçek yollamıştı,
meriç ve güney ve nurhan annemlerle takıldılar biraz, biraz benle, sağolsunlar, annemleri toparladılar,
gülay ve eşi veysel taaaaaaaa maltepe'den geldiler, herzaman ki cıvıl cıvıl neşesiyle gülay...
kayı, erdoğan amcayla, büyüklerle ilgilendi,
alp, temur, mustafa, neco abi... daha bir sürü insan vardı.
dileyenlere galerinin adresi www.pgartgallery.com ve sezon sergilerinde kolibasili the gerçekkkkkkkkkkkk
16 Mayıs 2006
ekin kısır yaptı, süper oldu, parmaklarımızı ve zaten az kalmış aklımızı yedik.
kolibasili the gerçek'in sergisi açıldı, çok kalabalık, güzel bir açılış oldu.
annemler geldi, bizde kaldılar, yemekler, kuzenler, gezmeler, aile özlemi, güzel oldu.
levent'ten prayer flag istedim, gönderecek bekliyorum, dileklerimi yazacağım.
tülü sezaryen olacakmış, onu öğrendim.
akay'la bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete durumları oldu, projelerimiz var yani, bakalım...
ev çamaşır doldu, kim yıkayacak bunları?
yapılacak işler listem çoğaldıkça çoğaldı, kim yapacak bunları?
göbek bölgemde bu sene ilk yağlarım göründü, oha dedim kendime.
manikür pedikür derken feci giriyor, çözmek lazım bu işleri.
briç öğreneceğim gibi görünüyor, herkes sen çok seversin diyor, oysa bana öyle dediklerinde tiksindiğimi bilmiyorlar.
27 Nisan 2006
26 Nisan 2006
25 Nisan 2006
bir sürü zorlukla karşılaşmış insanlar var karşımızda, para kazanmış , harcamışlar, büyük oğullarını evlendirip onun borçlarını ödeyip, onun hayatını da sırtlanmışlar, evin hanımına bir anda inme inmiş, sonra yavaş yavaş düzelmiş. bu diyor adam, bu kız bizi devamlı ayakta tuttu. belli oluyor zaten, her evde hayata böyle bakan birilerinin olması gerekiyor diye düşünüyorum.
tabi gürpınardayız ben de naif düşünüyorum, hafif temizlenmişim, suyum çok berrak olmasa da siyah taşlarım aradan seçiliyor. kızı çok seviyorum, telefonumu veriyorum.
istanbul , karmaşa, kaos, kir, pas, iz başlıyor yine. aradan zaman geçiyor bu kız beni arıyor. ben hemen soruyorum : ev için mi aradın diye? hani fikrimizi tam söylememiştik, sen bunu öğrenmek için mi aradın? yok diyor, bayram ya , bayramınızı kutlayayım dedim. ama bozuluyor biraz, sesi kırılıyor. ben de acayip oluyorum.
işte istanbul kurtları da bana, benim bu kıza baktığım gibi bakıyorlar. gereksiz oranda naif ve saf. bu dünya bu kadar naif olmayı kaldırmıyor. evet kırmak istemiyorlar, evet sevimli ve belki biraz kutsal buluyorlar ama anlayamıyorlar. ben de anlayamıyorum kendimi. kız küçük gürpınar'da kendini sorgulamak zorunda kalmamıştı, ben de istanbul'a gelinceye kadar bunu sorgulamamıştım.
ama istanbul, rüyalarıma giren, her gün sözlüye kalktığım, hiç mezun etmeyen sıfırcı bir öğretmen gibi. bok var hep sıfır veriyorsun. başka notlar verdiklerini de görüyoruz işte, hiçbir boka yaramazlar. yanılıyorsun oysa
20 Nisan 2006
keşke diyorum hayvanlar üzerine çalışan bir bilim adamı falan olsaydım. çok daha fazla mutlu olurdum. hayvanlarla daha rahat iletişim kurabiliyor, onların yanında kendimi daha rahat ve güvende hissediyorum. böcekler hariç. ya onlar başka bir dünyadan gibi. ne acayipler öyle.
18 Nisan 2006
*aslında gece 12.00'yi geçmişse sen öldürmüş sayılırsın günü değilmi ?
İçimde kaleler inşa ettim kırılmamak adına
Harcına göz yaşı döktüm daha da sağlam olsun diye
Şimdi yarattığım zindanlarda ışıksızım
Kaçtım kendime saklandım her küstüğümde
Vazgeçtim aynalardan vakitsiz uykularda
İnsan kendine rağmen yaşamayı bilmeli bazen
Benmişim kendimden bir korkak yaratmışım
Kendimi korurken en çok ben ürkütmüşüm
Benmişim kendimi savunurken en çok hançerleyen
Bir meçhul olmuşum failim ben
Ama beni bana küstüren beni bana kırdıran
Kalpsizin hiç suçu yok mu
Kim demiş aşıklar hep mutlu olur diye
Hesapsız seveceksin, canın ağzına gelsede
Vururken yalnızlık yüzüne
Sen pay edersin gönlünü onlarca hüzüne
Benmişim kendimden bir korkak yaratmışım
Kendimi korurken en çok ben ürkütmüşüm
Benmişim kendimi savunurken en çok hançerleyen
Bir meçhul olmuşum failim ben
Ama beni bana küstüren beni bana kırdıran
Kalpsizin hiç suçu yok mu
17 Nisan 2006
motorsiklet,
güneş,
deniz kenarı,
gazete,
kahvaltı,
arkadaşlarla sohbet,
türk kahvesi,
kısır,
yürüyüş,
gazete,
sarı,
koli basili the gerçek,
burun dürtmek,
koklaşmak,
gülmek,
sudoku,
arasında geldi geçti. çok güzeldi. hiç müzik kulağım olmamasına rağmen bir müzik aleti çalma konusunda şımarık davranmak istediğimi farkettim. basit bir şey de olsa alacağım.
sabah otobüsle geldim. ön koltuklarda oturuyorum. elli yaşlarında bir teyze bindi. önde oturan kıza " biraz kayarmısın" dedi ve tabi kız kalkıp ona yer vermek zorunda kaldı. kendini uyanık zanneden teyze oturdu. kayarmısın dediği yere kendi totosu bile sığmadı, o kadar söyleyeyeyim.
14 Nisan 2006
bu hayata biraz başka bakabiliyorsam, biraz keyfini sürebiliyorsam günün, yaşamı ve evreni kavramaya çalışıyorsam , bunda argun hocamın katkısı çok büyüktür. bilim hakkındaki fikirlerimi değiştiren, insanlık hakkındaki fikirlerimi genişleten kendisidir. birde o hulusi kentmen bıyıkları, o mesafeli duruşu.
mezun olduktan sonra beni tanıyan herkes en az bir defa argun hocam muhabbeti dinlemiştir benden. argun hocam...ankara'ya gittiğimde kesin göreceğim kendisini... tülü de belki benimle gelir. daha rahat hatırlar belki. ayrıca hatırlaması da gerekmiyor. "hani o zamanlar" muhabbeti yapacak değilim kendisiyle. zaman gecti, başka paylaşacak, konuşacak şeylerimiz olur diye düşünüyorum.
bir gün argun hocamla ilgili bir şey yazmak istiyorum.
05 Nisan 2006
geldiğimde balkondaydı ve sarı ile birbilerine bakıyorlar ve miyavlıyorlardı. balkonda ona biraz sarı'nın mamalarında ve temiz su verdim. sonra çok üşümüştür diye bir kutuyu kapattım ve içine eski bir hırkamı koyup, kutunun ön kısmından bir delik açtım. çok tatlıydı. girdi hemen kutunun içine, hiç garipsemedi. girer girmez gurrrr , gurrrrr sesleri çıkartmaya başladı. tabi sarı izliyor durumları. istemedi onu. hıslamaya falan başladı. bu arada bir karambolde sarı balkona kaçtı, onu içeriye alayım derken bu içeriye girdi, sarı bunu içeride görünce kendisini bırakmam için ellerimi parçaladı falan , filan...
neyse kolibasili the gerçek geldi ve kedinin hemen kutusuyla birlikte dışarıda bir yere bırakılması gerektiğine karar verdi. haklı. eldivenleri giydim. ktusunun içinde onu sokağa bıraktım. eve döndüm beş dakika sonra o yine balkondaydı. kendisini içeri almamız ve bakmamız mümkün değil ama o da çok ısrarcı. yapacak birşey yok, perdeleri çekip ilgilenmiyor numarası yapmaktan başka. balkonda uyudu, sabah saat 7 ye kadar kah miyavladı, kah uyudu ama bizim balkondaydı ve ben gözümü bile kırpamadım. çektiğim acıyı ve vicdan azabını burada anlatamam. kafamda evren ve hayvanlar ve insanlar ve adalet ve bir sürü şey dolandı durdu, kendimi çok acımasız ve kötü hissettim. bir arkadaşıma bunları anlattığımda "bazen karşındakinin yaşadığı acıdan daha büyük olabiliyor sana farkında olmadan yaşattığı acı" dedi. doğru.
31 Mart 2006
şenol'un da bir web sitesi varmış. linkini ekledim sayfama. oğlu bulut, eşi emek'le maceralarını, hayata dair düşüncelerini, başından geçmiş olayları hikaye kıvamında, güzel bir dille yazıyor. kendisinin sayfasına da yazdım; dilinden , anlatımından dolayı kendisini çok kıskandım. ben birşeyleri anlatmak, hem de böylece kafamda toparlamak amacıyla yola çıkıyorum her defasında, kafam öyle karışıyor ki, hep anlatacaklarımı yarım bırakıyor, üstelik kendimi doğru düzgün ifade edemiyorum. yazarken kendim olamıyorum, ama yazarak bunun üstesinden geleceğim, gelmek istiyorum, bu kadar kontrollü biri olmak çok hoşuma gitmiyor, çok fazla zarar vermeden, kendimi yıkmak ve bazı şeyleri yeniden inşa etmek istiyorum. basiti, kontrollü halimden nefret ediyorum, değiştireceğim.
şenol benim üniversiteden arkadaşım, gülmece topluluğuna, ben de çok yetenekliyim, karikatür de yaparım, komikte yazarım (ne demekse!) diye girmek için kandırdıklarımın arasında olanlardan. şenol üniversiteyi uzattı mı bilmiyorum ama ben hazırlıktaydım onlarla tanıştığımda, onlar herhalde üçüncü sınıfta falanlardı. gülmece topluluğunda tek kız olmamın avantajıyla ve belkide zamanla karikatür çizemediğim anlaşıldığında başka işler yapabileyim diye bana başkanlık bile yaptırdılar. topluluğun isminin gülmece içermesi dolayısıyla herhalde, herkes acayip gevşekti. hep gülünecek birşeyler vardı ve evet tabu yoktu. yani bu insanların tabuları azdı, beni en çok çeken şey buydu herhalde. tek kız olduğuma aldırmadan gittikleri kerhanelerden, spermden, ereksiyondan falan çok rahat bahsedebiliyorlardı. yoksa bu erkek muhabbetiydi de ben mi abartmıştım; tabuları yok diye. neyse bilmiyorum. bildiğim şey yanlarında kendimi iyi ve rahat hissettiğimdi.
şenol ve kayı ( kendisinden sonra bahsedeğim) bana abilik bile yapmaya başlamışlardı. hatta topluluk içinden çıktığım bir adamı onlardan saklamak zorunda kalmıştım. öyleydiler yani. aslında ikisiyle de ilişkimiz nasıl ilerledi bilmiyorum ama hep vardılar. ben üçüncü sınıftaydım mesela, bunlar mezun olmuşmuydu hatırlamıyorum ama hep vardılar. herhalde ben okuyordum, bunlar işe girdi. çünkü benim paramın olmadığı dönemde bunların parası vardı diye hatırlıyorum.
sonra evlendiler. şenol, çok sevdiğim , süper orjinal bulduğum emek'le evlendi. emek çok sade ama o kadar sade birinden beklenmeyecek kadar şaşırtıcı, süprizli biriydi. evleri oldu, üstelik evleri olduğu için artık hertürlü organizasyon yapabiliyorduk. çok sık buluştuğumuz söylenemez ama buluştumuzda hep güzel geçiyordu zaman. kayı'da evlendi. hatta ben düğününe gittim. üstelik benim pantolonumu ve tshirtümü giyerek gelen erkek arkadaşımla. onlar beğenmediler, beğenmediklerini de hep belli ettiler, üstelik aramızda alınma ve kırılma diye bir şey kalmadığı için, zaman zaman dalga geçerek, zaman zaman saçma sorular sorarak belli ettiler sevmediklerini. ama hani ben de asiydim. kim takardı onları, abi gibi birşeydiler ve abiler böyledir, fazladan endişelidir.
sonra ben istanbul'a taşındım ama bitmedi ilşki, emek o sırada hamile kaldı. bu inanılmaz birşeydi, çünkü onlar çocuk yapmayı düşünmüyorlardı, üstelik bana göre emek anne , şenol'da baba olamayacak iki insandı. burada bir yetersizlik durumundan bahsetmiyorum, o zamanlar benim gözümde çocuk sahibi olmak eski bir gelenekti (evet böyleyim ben ne yapayım!) ve onlar çok yeniydiler ve çağa aittiler. neyse şaşırdım çocukları olacağını öğrendiğimde ve çok sevindim. ilginç olacaktı bu tecrübeyi yaşamalarını izlemek. kayı'nın oğlu toprak o zaman vardı ve esin ve kayı'nın toprakla maceralarını takip etmek güzeldi.
bulut doğdu. malesef bulut'la sadece bir defa karşılaşabildim. o zamanda kafasını tutmakta bile zorlanan, dört ayağı üzerinde gezinen bir sıpaydı.kendisini tanımaya fırsatım olmadı . bilmiyorum karakteri nasıldır, neleri sever, neleri sevmez , hayatının bu aşamasına tanık olamadım yani, ama biliyorum ileride başka bir aşamasına mutlaka tanık olacağım.
bulut acaba karakter itibariyle şenol'a mı yoksa emek'e mi daha çok benziyor. bunu merak ediyorum. şenol'un yazdıklarından sanki şenol'a benzemeye başladı diye düşünüyorum- tabi şenol kendine benzeyen yönlerini de yazıyor olabilir, itiraf ediyor çünkü zaman zaman bulut'un emek'e daha çok ilgi göstermesini kıskanıyormuş- çok sakin ve sanki algısı yüksek bir çocuk olarak hayal ediyorum bulutu, yine şenol'un anlattıklarından. şenol'da öyledir, sakindir ama ve hüzünlüdür sanki - ya da üniversitede kızların ilgisini çekebilmek için hüzün ve gizem katıyor olabilirdi kendine- , gizemlidir, üstelik kendisinden en azından benim beklemediğim fikirleri vardır. şaşırtır beni. kendisiyle herşeyi rahat konuşabilirisin, müzik dersin müzik der, edebiyat, edebiyat, sadece kadınların konuşabileceğini düşündüğün şeyleri bile... konuşabilirsin istediğini.
aradan zaman geçti, ben de büyüdüm, bunlar da kabul ettiler benim büyüdüğümü hatta. ne değişti diye düşündüm şimdi ama bulamadım. pek birşey değişmedi herhalde, tabi hayatta çok şey değişti ama bu aramızdaki şeyleri değiştirmedi. hala şenol bir soru sorduğunda ben en samimi düşüncelerimle, kendimi saklamak zorunda kalmadan cevaplayabiliyorsam çok birşey değişmemiş diye düşünüyorum. bazı insanlarla kurduğum iletişim dilini - ki bu insanlardan bir tanesi de tülü, kendisiyle de ilgili yazmak istiyorum- çok seviyorum. kendimi kendim gibi hissedebiliyorum.
yaşamın bir dili var sanıyorum, senin, senin dışındaki canlı cansız herşeyle, her düşünce ve hisle kurduğun bir ilişki var. karşılıklı bir ilişki, dışındakileri dönüştürebiliyor, kendin dönüşebiliyorsun. bir insan değil, bir canlı değilsin sen bir dilsin, bir dil yaratıyorsun aslında. bu, toz zerreciğinin o koca evrene bakmasını ve algılamaya çalışmasını sağlayan , o koca evrenin de zerreyi görmesine yardım eden bir dil.
güzel buluyorum şenol'un dilini.
22 Mart 2006
bir süre sadece i harfini kullanabilecegim. bilgisayarimin klavyesi noktasiz olanini yazmamak konusunda çok israrli. anlamadim ama böyle.
geçen hafta çok boktan bir haftaydi. hiç olmayacak seyler basima geldi. ama yine de keyfim yerinde çok bozulmadi.
hala kolibasili the gerçek'e ve sari'ya tapiyorum. böyle iste. ya noktali sssss de yazmiyor bu klavye. birde isaretli gggggggggg de yazmiyor. ne oluyor yaaaaaaaaaaaaa.
iiiiiiiiii11111111111111111_____________
14 Mart 2006
cevapçıyım ben.
bir cennet ideasından yola çıkıp düzenli akan bir gündelik yaşama razı olduğumuza inanamıyorum. sevmiyorum sizi, kurduğunuz dünyayı da sevmiyorum... en azından bugün sevmiyorum.
13 Mart 2006
10 Mart 2006
07 Mart 2006
çocukluğumun kabusu, karabasanı kenan evren televizyondaydı. abbas güçlü, kanal d'de genç bakış diye bir programa bu insanı çıkarmış ve tabi karşısına da muğla üniversitesinden öğrencileri oturtmuştu.
biraz izlemeye çalışıyorum, protestolar olacak falan biraz rahatlayacağım diye düşünüyorum. oysa süper insan orada oturuyor ve hani gülerek falan bize yaptıklarını anlatıyor. yok canım o kadar asmadık diyor falan. asmayıpta besleyelim mi tavrında hiçbir değişiklik yok yani.
üniversite öğrencileri de bu tontoş, hafif titreyerek konuşan, zaman zaman espriler yapan ihtiyarı alkışlıyorlar. düşünüyorum, e bu çocukların anne babası anlatmadı mı bu ihtiyarın bize neler yaptığını? yani bu çocuklar bilmiyor mu? biz asla medeniyet yolunda bir mesafe kaydedemeyiz, gelecek nesillerle tecrübelerimizi paylaşmıyoruz, acılarımızı ve mutlu zamanlarımızı onlara anlatmıyoruz. asla kendimiz ders almıyor ve öğrenmiyoruz. sadece atlatıyoruz. atlatmak konusunda uzmanız biz. atlattık mı ohhhhh, bizden iyisi yok. çocuklarımıza da bunu öğretiyoruz. atlat...
abbas güçlü paşam paşam dedikçe ihtiyar eski zamanlarındaki iktidarını hatırlayıp daha da kasılıyor, açıldıkça açılıyor, sempatikleştikçe sempatikleşiyor.
sanki kendisi ve kendi ekibi değil beni çocukluğumda yanlız bırakan, dışarı bile çıkartmayan, rüyalarıma giren işkencehanelerden sorumlu olan onlar değil sanki, her gece yatarken simdi acaba kime cop sokuyorlar, şimdi acaba kime tecavüz ediyorlar, şimdi acaba kimin sırtında yaralar açıp , sigara söndürdüler ve tuz bastılar, kime kızının , oğlunun önünde tecavüz ettiler diye beni yatağa kilitleyen ve ağlatan ve korkutan onlar değil.
hep kendimi görüyorum bu sahnelerde, tecavüz edilen, dövülen, tecavüzü izleyen hep benim. karanlık zindanlar görüyorum sonra, bağırıyorsun kimse duymuyor seni, annen ve baban duyuyor ama onlarda ulaşamıyorlar sana. yorganı çekiyorum tepeme kadar olmuyor, uyumaya çalışıyorum olmuyor, olmuyor, olmuyor. korkularıma hapsettiler beni yıllarca. ihtiyar konuşuyor hala, sanki koca bir toplumun üzerinden geçen onlar değil gibi, yaptıklarını da espriyle anlatıyor. ey ihtiyar sana sesleniyorum. GÜLMÜYORUM ve AFFETMİYECEĞİM.
sarı süper bir yaratık olma noktasında ilerliyor ve bizi her geçen gün daha da fazla büyülüyor. kendisi bunun farkında olduğu halde çok şımarmıyor, oysa ben onun konumunda olsam neler yapardım...
kolibasili the gerçek çalışmaktan ve koşturmaktan feci halde yorulmuş vaziyette. durmuyor , durmuyor, durmuyor.
ben ne yapacağımı bilmez bir halde, bir düşünceden diğerine geçip duruyorum. sanki yeni doğmuşum da herşey başıma ilk defa geliyor , herşeyle ilk defa karşılaşıyormuşum gibi... ne , nasıl yani , olamaz, hayır inanamıyorum, böyle gerçekleştiğine eminmisin, gerçektende mi en çok kullandığım kelimeler listesinde birinci sırada yer alıyor. ikinci sırada en çok kullandıklarım ise; orada kimse yok mu? , çıkarın bizi buradan, kurtarın bizi buradan, bu dünyada yaşadığıma inanamıyorum gibi söz öbekleri.
dün televizyonda bir program gördüm. fikret hakan ve zerrin özer sunuyordu. daha öncede mihri belli'nin röportajını okumuştum. bilmiyorum belki de fikret hakan'ın papyonundan dolayı, ilk aklıma gelen, insanın özellikle yaşlandığı zaman sıkı sıkı sarılabilecegi düşüncelerinin ve inançlarının olması gerektiğiydi. insan yaşlanırken sanki bazı şeyleri daha da saklayamaz hale geliyor ve o zamana kadar karakterinizin aslında çok geliştirmediğiniz parçaları baş belası olabiliyor.
28 Şubat 2006
27 Şubat 2006
24 Şubat 2006
söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür...
düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür...
duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür...
davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür...
alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür...
değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür...
karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür...
(mahatma ghandi)
22 Şubat 2006
kolibasili the gerçek'in sevdiğim fotoğraflarından biri daha.
kendisi çok geniş bir duygu aralığının karşılığı hayatımda.
bir katırın arkasına bağlayıp dere depe demeden, kafasını, gözünü, ayağını, kolunu çarptıra çarptıra sürüklemekle, ben katır olayım taşıyayım onu diyar diyar, yeter ki yanında olayım, duyguları ve bunların arasında kalan tüm duyguları kendisine besliyorum zaman zaman.
yazıdan bir bölüm aktarmak istiyorum. sağolun, sağolun tezahürata gerek yok..
"normalde hiç kimse hayatının 24 saatini çalışarak geçirmez. en azından yemek yemek, uyumak ve tuvalete gitmek için ara vermeniz gerekir. ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla en azından telefonda konuşabilirsiniz, değil mi? ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak "çok
çalışıyorum"ukesinlikle kabul etmiyorum. eğer biriyle aylarca görüşmüyor ve "işlerim var, ondan" diyorsanız, bunun iki anlamı vardır:
a) ben aynı anda iki işi yapamam. doğal olarak çalışırken araya kimseyi katamam. merdiven çıkarken çiklet de çiğneyemem. hayatım allak bullaktır. zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum.
b) seninle görüşmek istemiyorum.
c) ciddi anlamda işlerim yüzünden görüşemediğimizi sanıyorum. bu mazerete gerçekten inanmışım. kimi kandırıyorum ki?
vakit ayırmak istersen, istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin. ama müsaadenizle ben
bu konuyla ilgili söylenmiş ve gerçekten çok hoşuma giden sözlerden de bir demet sunmak istiyorum. bunları herkesin çerçeveleterek duvarına asması gerek.
"işim var, vaktim yok" diye saçmalamaya ve daha da
korkuncu bu saçmalığa kendimiz de inanmaya başlarsak
acilen okuyup kendimize geliriz:
-işinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız, bu sinirlerinizin ciddi biçimde bozulduğunun en açık göstergesidir. (bertrand russell)
-işini her şeyden önemli sayarak günde sekiz saat çalışan, sonunda çalıştığı yerin başına geçer ve
günde aynı hızla yirmi dört saat çalışmaya mahkum olur (robert frost)
-mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektedir.(edward newton)
-bitap bırakan günlük yaşam, ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir. (anton çehov)
-eğer boş zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir.(l.p.smith)
-kalitenizin ölçüsü, boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır.medeniyetlerin kalitesi de insanlara sağladığı boş zaman ve bunun kalitesi ile ölçülür. (irwin edman)
-babam bana çalışmayı, fakat işin esiri olmamayı öğretti. şimdi okumanın, hikaye anlatmanın, şakalaşmanın, konuşmanın ve gülmenin iş kadar; hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum. (abraham lincoln)
-boş zamanı iyi değerlendirmek, çok ciddi bir sorumluluktur. (william russell)
ve benim favorim:
"yeterli zamanım yok deme. büyük insanların da günleri 24 saattir..." "
beğendim ben bu yazıyı. üstelik saklayacağımda. arada bir okumayı ve arkadaşlarıma göndermeyi planlıyorum. kendimize gelelim degil mi?
21 Şubat 2006
17 Şubat 2006
14 Şubat 2006
efendim, tükettiğimiz yetmiyor mu? anlamıyorum sistem neye göz dikti? yani bizi köle gibi çalıştırıp kazandığımız tüm parayı da onların istediği yerlere ve dayattıkları şekilde harcamamızı istiyorlar.
yukarıdan bir ses devamlı bizi kontrol etmeye çalışıyor.
hey sen! bak sen bu ayakkabıya bayılırsın. eğer satın alırsan kendini böyle bok gibi değil biraz daha az bok gibi hissedeceksin!!!
aha bunu almak zorundasın, bunu almak zorundasın. eğer almazsan ahmaksın. üstelik bu fiyata, üstelik binikiyüz ay taksitle
eğer bu pantolonu giyersen, çok cool görüneceksin. vayyyyyyy diyecekler ne serseri be!! (kimsenin serseri olamayı totosu yemiyor, herkes görüntü peşinde)
hepimize kartondan birer kişilik kestiler, bizde tak çıkar oynuyoruz tabi onların buyrukları doğrultusunda.
üstelik kimi nasıl seveceğimize, sevgimizi nasıl göstereceğimize de bu götler karar veriyor. hadi be!!! işte benim sevgililer günü yazım budur. isteyen istediği gibi faydalanabilir.
10 Şubat 2006
aslında itiraf edeyim mevlana'dan çok şems'in söylediklerini, düşündüklerini merak ediyorum. şems ile mevlana'yı birbirinden ayırmak mümkün değil tabi.
kişiliğimin birisi kaosu ve içindeki düzeni alabildiğine destekliyor, bir diğeri ise basit olanı ve onun içinde varolan, o küçük modeli destekliyor. her ikisi de bir yana çekmeye çalışıyorlar beni. bu ara kazanan kaos zannediyorum ama gönlüm hep basit olandan yana.
07 Şubat 2006
bu akımın çekiciliğine dayanamadık ve biz de dün ailecek 'kim polat alemdar' oyunu oynadık. polat alemdar hanginiz diyor birimiz, diğeri benim diyor, işte o yüce kişilik benim. sarı'yı da kattık aramıza. o da polat alemdar olmak istedi. onun da hakkı, değil mi? hatta henüz filme gitmediğimiz halde ırak'a gittiği sahneyi televizyondan izlediğimiz kadarıyla canlandırdık. süper oldu valla. hepimize iyi geldi. damarlarımızda ki o gücü hissettik hepimiz. sonra kolibasili the gerçek, uzaya seslenip yardım çağrısı yaptı. çıkarın bizi buradan! dedi.
başka birine gidiyor. çakmak diyor. yok diyor adam. abi anlatamadım herhalde diyor. ayakkabım su alıyor, hava bok gibi soğuk, çakmak diyorum diyor. adam çakmak alıyor. sonra çocuk bir türkü tutturmuş geçiyor önümden, türküsü tuhaf, çok acılı değil hatta biraz pop gibi söylüyor,şunları duyuyorum içinden sadece, adaletini skeyimmmmmmmm dünyaaaaaaaaaa viyviyy.
05 Şubat 2006
tamam diyorum sınırlarım kalkıyor, korkularımın ve endişelerimin belirlediği dünyamın sınırları yavaş yavaş kalkıyor diyorum oysa hep tel örgülerimi kaldırıp birkaç adım öteye kurduğumu farkediyorum. bunları yaratan da öteleyen de, takılıp yaralanan da benim oysa. kendimi ne zaman kendi halime bırakacağım? çok merak ediyorum.
02 Şubat 2006
31 Ocak 2006
dün bir arkadaşım interaktif bir harita gönderdi. avrupa haritası. ve biraz da rusya'yı kapsıyor. kenarda ülkeler var, sınırlarıyla, sen onları alıp haritadaki doğru yerine koymaya çalışıyorsun. bazı şeyleri yanlış bildiğimi, bazılarını da hiç bilmediğimi farkettim. özellikle parçalanan rusya ve balkanları hiç bilmiyorum. latvia ve lithuania diye iki ayrı ülke var. monaco'nun nüfusu 32.000 imiş falan. güzeldi yani. parçalanmış toprakların gerçeğini bir de harita üzerinde görmek ve biraz daha anlamaya yaklaşmak dışında güzel bir oyundu diyebilirim.
aynı gün başka bir kanal. milletimizin, kitlemizin, kütlemizin toplu olarak çılgınca eğlendiği, efendim genç kızlarımızın popolarını sallayarak, genç erkeklerimiz saçma sapan yarışmalara katılarak tüm hünerlerini sergiledikleri programlardan biri sadece. hepsi de kendisine sanatçı diyen bir sürü konuğu var programın. ama tabi biz onlarla ilgilenmiyoruz. başkalaşım geçirmiş biri var aralarında, oktay kaynarca, onunla ilgileniyoruz. kendisi daha önceki hayatında gayet düzgün, akıllı bir insan görüntüsü çizer iken şimdiki yaşantısı tamamıyla kendi kontrolünden çıkmış görünüyor. kendisi bir şiir okudu. evet evet o programda. hani kızlarımızın popolarını sallamak ve kendilerini göstermek için can attıkları programda.
öncelikle şiir dediğin , benim fikrimce tabi, büyük bir kalabalığın - ki o kalabalık eğer oraya göbek atmaya gelmişse hiç okunmaz- önünde okunmaz, ya da öyle okunan şiir azdır. duygusu azalır kalabalıkta. oysa şöyle üç beş kişi olursa, sıcak olur. okuyan kişinin o an yaşadıklarını paylaşırsınız, acısını keser alırsınız.
sonra şiir dediğin kabadayı bir şekilde okununca duygusu daha etkileyici olmaz. her şiiri böyle bir delikanlı havasıyla okursanız, şiirin kendi duygusunu önemsemiyorsunuz demektir. o zaman şiir okumayınız efendim.
ilkokulda, şiiri kim daha çok bağırarak okursa, sanki daha iyi okuyor diye öğretilmiş, hatta dayatılmış olabilir ama o ilkokulda kaldı. sonra bize dayatılan şiirleri değil ve bize dayatıldığı için değil, kendimiz sevdiğimiz için , kendimizin sevdiği şiirleri okumaya başaladık değil mi? eğer gerçekten şiir okumayı seviyorsak, şiiri anlamış ve duygusunu da anlamış olmamız gerekmez mi? hadi bakalım şimdi herkes dağılsın. birkaç şiiri tuvalette, banyoda yada yanlız başınıza bir odada okuyup bir daha düşünün. yoksa bu hayat böyle gitmeyecek. karşımızda, kürsüde, birazdan kendine bıçak saplayacak, aha sapladı , saplayacak izlenimi yaratan ilkokul öğrencisi modunda!
26 Ocak 2006
belkide yaşamla ilgili sorunları ben çok abartıyorum, bilemiyorum. bugün çok kötü kalkmadım mesela. belki bunda iki gündür işe gidemeyişimin etkisi vardır. aslında o umutsuz ve alabildiğine kaygılı halimden biraz olsun çıkabilmemde sarı'nın etkisi çok oldu diyebilirim. yoksa eğer biraz daha izin verseydim kaygılarım yönetmeye başlayacaktı hayatımı.
kaygıların nedensiz başlaması, daha doğrusu nedenlerinin çok karmaşık kombinasyonlar olması onlardan kurtulmayı güçleştiriyor. ve kaygılar büyük bir çekim gücü ile diğer bütün düşünceleri de içine çekiyor ve kendi içinde yoğuruyor ve kendine dönüştürüyor, ve bir süre sonra, gittikçe büyüyen bir kaygı yumağı halinde dolaşıyor insan. önceleri sadece beynindeyken bu düşünceler sonra yavaş yavaş o düşünceler sen olmaya başlıyor. kişiliğini , benliğini ele geçiriyor. kurtulmak ise sanıldığı kadar zor degil. sadece birkaç saniyede gerçekleşebiliyor. evet artık bu düşünceleri hayatımda istemiyorum diyorsunuz, bir anda kayboluyorlar. tabi periyodu gittikçe düşse bile arada sırada sizi ziyaret edip çoğalabilecekleri bir ortam olup olmadığını kontrol ediyorlar ama eğer bunun da farkındaysanız uzaklaşıyorlar. tamamen kaygısız bir hayat değil tabi ama kaygıların ele geçiremediği bir hayat...
25 Ocak 2006
ev dışarıdan az daha sıcaktı. bize uykutulumlarının altında oturmaktan başka çare kalmadı. kolibasili the gerçek bir güzel çorbayla içimizi ısıttı. süper bir gündü. bakalım yarın neler olacak?
24 Ocak 2006
teoriye göre evrende herşeyin başlangıcı hidrojen gazı idi. hidrojen gazının çeşitli hareketlerle bir araya gelip bazen sıkışması sonucu diğer elementler ve bunlarla dolu yıldızlar oluştu. yıldızlarında bir ömrü var ve içlerindeki hidrojen yakıtı bittiğinde büyük bir patlamayla, ki süpernova deniliyor, tüm evrene parçaları yayılıyor. bu parçalar zaman içinde daha büyük parçalarla birleşerek gezegenleri oluşturuyor ve dünyamızda böyle oluşmuş bir gezegen. yani dünyada bulunan tüm elementler bir yıldızın içerisinden geliyor.
yine teoriye göre dünyada yaşam bir kuyruklu yıldızın dünyaya çarpması ve kuyruklu yıldızın içerisinde bulunan en ilkel yaşam formlarının dünyaya yayılması sonucu olabilirmiş.
evrende sadece dünyamız varmış , sanki bizden başka yaşam formları yokmuş gibi hatta bırakın evreni dünyada da sanki insanlardan başka canlı yokmuş gibi yaşıyoruz. oysa içinde bulunduğumuz güneş sistemi koca kainat içinde bir zerre. bizler ise artık hesap edemediğim küçüklükte bir toz parçacığı.
yine aynı belgeselde güneşin devamlı ısındığını ve dünyanın bu ısınmadan, uzun yıllar sonra olsa bile - 7 milyar yıl diye hatırlıyotum- etkileneceği ve yokolacağı söyleniyor. ve türüm, devamını sağlamak amacıyla kendine yeni bir dünya aramaya başlamış bile. bunun için mars'ı düşünüyorlarmış. mars'ı yaşayabileceğimiz bir gezegen haline getirmek için çalışmalara başlamışlar. bu planla ilgili yorum yapmayacağım, belki gerçekten bazılarımızın içgüdülerinde hayatta kalmak ve türünün devamını sağlamak içgüdüsü çok daha gelişmiş düzeydedir ama eğer olurda başarabilirsek mars'a gitmeyi, umuyorum mars'ta dünya'da olandan daha gelişmiş bir türün tarihini yazabiliriz.
degil mi ama? mars'a gitmemizin ve türümüzü devam ettirmeye çalışmamızın bir nedeni olmalı. yani mesela işe yaramaz, gözünü para bürüdüğü için kan dökmekten çekinmeyen siyasilerin, türüne ve diğer türlere ihanet ve işkence edenlerin, dünyayı yaşanmaz kılanların mars'ta ne işi var? ama malesef bu araştırmaları destekleyenlerin içinde onlar da var. nasıl olacak?
23 Ocak 2006
evet bence de artık birbirimize yalan söylemeyelim , hepimiz birbirimizi tanıyoruz değil mi?
mesela gerçekten futbol federasyonu seçimleri dahil , tüm seçimlerde , muhtarlık seçimleri dahil, okul aile birliği seçimleri , yerel seçimler, meslek odaları seçimleri, yok efendim bunu sevenler derneği, bunu koruyanlar derneği seçimleri de dahil açıklasınlar, aslında bir iktidarın peşinde olduklarını. amaçlarının aslında tüm gruba hizmet etmek olmadığını açıklasınlar. ben aslında kendimin ve en yakınımdaki ailemin ve benim etrafımda olan kadronun çıkarları doğrultusunda hareket edeceğim, gerekiyorsa tüm yetkilerimi - ki türkiye gibi bir ülkede malesef en küçük sayabileceğiniz bir yetki bile yetkidir, yani işini bilen kaptanın kayığını, teknesini , gemisini yürütmesini kolaylaştırır- bu doğrultuda kullanacağım. densin efendim.
ha bu arada sanki hep başa gelenler bu sorunu yaratıyorlarmış gibi davranmaktan da vazgeçelim. biz de itiraf edelim. efendim diyelim ki bu ya da şu adamı desteklerken ben de kendi küçük hesaplarımı yaptım tabi. kendisini eğer istediğimiz noktaya getirebilirsek biz de tırtıklarız biraz diye düşündük. degil mi?
kimse ak kaşık değil, kimse şikayet etmesin, ahlaksızlıktan, kuralsızlıktan, hukuksuzluktan, esaretten, kuşatılmışlıktan, bilgisizlikten, cahil bırakılmaktan şikayet etmenin ve hep suçu bir başkasında görmenin faydası yok. biz biliyoruz, bizim ne olduğumuzu.
masum olduğunu kimse savunmasın, eğer dünyada savaş varsa, eğer başka bir insanı öldürebilecek hakkı kendimizde bulabiliyorlarsak, eğer kendimizin fazladan kazanacağı bir birim gücün , paranın , iktidarın ya da herneyse onun, bir diğerinin ezilmesine , aç kalmasına , yaşam haklarının azalmasına yol açacağını bildiğimiz halde o yolda yürümeye devam ediyorsak, eğer bir zamanlar parçası olduğumuz o koca sistemle bağlarımızı kopardıysak ve o sistemin diğer üyelerine yani hayvanlara, yani bitkilere, yani toprağa, yani suya, yani havaya bizim kurallarımızın dışında varolma hakkı tanımıyorsak sonuçlarına katlanacağız hepbirlikte.
nasıl bir türe ait olduğumu biliyor ve bundan zaman zaman utanç duyuyorum. sarı, sana sesleniyorum, bunları gerçekten anlayabilmeni isterdim.
hakan gülseven'in yazısı için: http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=cts&haberno=5440
22 Ocak 2006
kendisi burun dürtücü, çelme takıcı , saklambaçta devamlı bulucu, sinek patileyici, top peşinde sek sek sekici, hışırtılı ambalaj çiğneyici, oyuncak fare kovalayıcı, sırtüstü patiler uzunlamasına yatıcı, uykudan gözlerini açar açmaz oyuna başlayıcı super super bir ... ne desem bilemedim. canlı diyemedem, hayvan olmadı, yaratık olmadı. arkadaşım diyeyim, oyun arkadaşım, sevdiğim, saydığım, imrendiğim arkadaşım.
20 Ocak 2006
dün gece ntv'de infoman vardı. çok iyi bir program hatta söyle söyleyebilirim su ana kadar televizyonda gördüğüm en güzel program. berkun oya için yetenekli, başarılı demeyecegim - kendisi öyle - ama ne kadarda doğru bir yerden bakıyor. süper insan.
not: resim kolibasili the gerçek'e aittir.
19 Ocak 2006
parca, parca hatırlayabildiğim anları olanca sakinliğimle yazmayı istiyorum. sakinlik sadece bir temenni kendim için. oysa dünyanın ucundan düsüyormus gibi hissettigim ve etrafa bir köpek gibi saldırdığım zamanlar daha çok beni barındırıyor, daha cok benden var o zamanların içinde.
bir dal da ben bırakmak istiyorum kendi bahçeme, bir taş, bir çimen, hiç olmadı bir larva, bir toz zerreciği...
not: fotoğraf gerçek bir kolibasiline aittir.
18 Ocak 2006
belki yazarsam daha iyi anlayabilirim bazı şeyleri, belki kurtulurum kurtulmak istediklerimden , belki eklerim kendime, çıkartırım biraz diye düşünmüştüm. hem belki bazı günler eğlenceye de dönüşebilir diye düşünmüştüm. şu an ise bilmiyorum nasıl olur. yokluğu ile varlığı arasında bir fark olursa, e daha ne olsun.