28 Şubat 2006

sonunda bilgisayarım yapıldı. eve götürebileceğim artık. her nekadar tüm gün işte bilgisayarın başında dursam da, evde insan bilgisayar istiyor.

şimdi aklıma geldi. ben bu siteyi pelo'ya göndermemiştim. göndereyim bari. pelo; rüzgar the süper varlık'ın annesi.
insanlara, ne olduğumu ve ne olmadığımı anlatmak konusunda ısrar ettikçe herşey bok oluyor.

27 Şubat 2006

dilimi kestim. rahat ettim. insan kafasına gelen herşeyi söylemeyince, en azından yarısını söyleyince kendini daha iyi hissediyor. gizemli. bir de yediklerimin yarısını yemeğe başlasam daha iyi olacak.

24 Şubat 2006

şunları 100 kere yazma ödevi veriyorum kendime;

söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür...
düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür...
duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür...
davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür...
alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür...
değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür...
karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür...

(mahatma ghandi)
dilimi kesmeye karar verdim. ne geliyorsa başıma bu dilim yüzünden geliyor.
birrrrrrrrrrrrrrazzzzzzzzzzzzz gıcccccccccccccıkkkkkkkkkkkkkk bbbbbbbbbbirrrrrrrrrrrrrr grrrrrrrrrrrrrrrrrüüüüüüüüüüüünnnnnnnnnnnnnnn. khhhhhhhhhaaaammmikkkkkaaaaaaaaazzzzzzzzzzzzzeeeeeeeeee ooooooooolllllllllllllllllllassssssssssssssımmmmmmmmm ggggggggggelllllllllllllllllllllldddddddddi.
çarşamba günü gönderdiğim ve can dündar'a ait olduğu söylenen yazının can dündar'a ait olmama olasılığı var. tarzı farklı. ama çok da önemli değil, kim yazmişsa konuyla ilgili doğruları yazmış. özeti de şu, yalan söylemeyelim artık birbirimize, seni arayamadım hiç zamanım yoktu, yok efendim, görüşelim istiyorum ama hiç zamanım yok. bunların yalan olduğunu hepimiz biliyoruz. eğer söyleyebiliyorsak açıkça söyleyelim seni görmek istemiyorum aslında diye.

22 Şubat 2006


kolibasili the gerçek'in sevdiğim fotoğraflarından biri daha.
kendisi çok geniş bir duygu aralığının karşılığı hayatımda.

bir katırın arkasına bağlayıp dere depe demeden, kafasını, gözünü, ayağını, kolunu çarptıra çarptıra sürüklemekle, ben katır olayım taşıyayım onu diyar diyar, yeter ki yanında olayım, duyguları ve bunların arasında kalan tüm duyguları kendisine besliyorum zaman zaman.
can dündar 'ın çok güzel bir yazısı geldi maille bugün. ben söylüyordum hep, kardeşim bu 'işim çok yoğun bu aralar arayamıyorum seni, görüşemiyoruz hiç ' zırvalıkları ne zaman bitecek diye neyse ki kendisi benim düşüncelerimi toparlamak konusunda zorlandığım bu konuda çok güzel bir yazı yazmış.

yazıdan bir bölüm aktarmak istiyorum. sağolun, sağolun tezahürata gerek yok..


"normalde hiç kimse hayatının 24 saatini çalışarak geçirmez. en azından yemek yemek, uyumak ve tuvalete gitmek için ara vermeniz gerekir. ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla en azından telefonda konuşabilirsiniz, değil mi? ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak "çok
çalışıyorum"ukesinlikle kabul etmiyorum. eğer biriyle aylarca görüşmüyor ve "işlerim var, ondan" diyorsanız, bunun iki anlamı vardır:

a) ben aynı anda iki işi yapamam. doğal olarak çalışırken araya kimseyi katamam. merdiven çıkarken çiklet de çiğneyemem. hayatım allak bullaktır. zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum.

b) seninle görüşmek istemiyorum.

c) ciddi anlamda işlerim yüzünden görüşemediğimizi sanıyorum. bu mazerete gerçekten inanmışım. kimi kandırıyorum ki?

vakit ayırmak istersen, istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin. ama müsaadenizle ben
bu konuyla ilgili söylenmiş ve gerçekten çok hoşuma giden sözlerden de bir demet sunmak istiyorum. bunları herkesin çerçeveleterek duvarına asması gerek.

"işim var, vaktim yok" diye saçmalamaya ve daha da
korkuncu bu saçmalığa kendimiz de inanmaya başlarsak
acilen okuyup kendimize geliriz:

-işinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız, bu sinirlerinizin ciddi biçimde bozulduğunun en açık göstergesidir. (bertrand russell)

-işini her şeyden önemli sayarak günde sekiz saat çalışan, sonunda çalıştığı yerin başına geçer ve
günde aynı hızla yirmi dört saat çalışmaya mahkum olur (robert frost)

-mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektedir.(edward newton)

-bitap bırakan günlük yaşam, ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir. (anton çehov)

-eğer boş zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir.(l.p.smith)

-kalitenizin ölçüsü, boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır.medeniyetlerin kalitesi de insanlara sağladığı boş zaman ve bunun kalitesi ile ölçülür. (irwin edman)

-babam bana çalışmayı, fakat işin esiri olmamayı öğretti. şimdi okumanın, hikaye anlatmanın, şakalaşmanın, konuşmanın ve gülmenin iş kadar; hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum. (abraham lincoln)

-boş zamanı iyi değerlendirmek, çok ciddi bir sorumluluktur. (william russell)

ve benim favorim:
"yeterli zamanım yok deme. büyük insanların da günleri 24 saattir..." "

beğendim ben bu yazıyı. üstelik saklayacağımda. arada bir okumayı ve arkadaşlarıma göndermeyi planlıyorum. kendimize gelelim degil mi?

21 Şubat 2006

insanın bazen gerçekten sadece grrrrrrrrrrrrr diye sesler çıkartası geliyor. hayat öyle üzerine geliyor bazen. kedi olmak istiyorum. catman'i anlayabiliyorum biraz daha. birsürü yapmam gereken iş var ama yapmak istemiyorum. kaçmak istiyorum. beni bağlayan herşeyden kaçmak. uzun zamandır kimsenin içindeki iyiyi görmeyi başaramıyorum. bu beni çok zorluyor. ya uzaya gitmek istiyorum. böyle sıfır ses bir yere. yazmak istiyorum, lanetlemek istiyorum, bana acı veren şeyleri ve kişileri ifşa etmek istiyorum ama içimdeki cüce hemen durduruyor beni. pislik, aşağılık, kompleksli, bir işe yaramayan, göt cüce...esas senle benim derdim. önce ayaklarını biraz daha kesecegim, kudurup biraz daha saldır diye, sonra da daha önce düştüğüm yanlışa bir daha düşmeyecek ve yalvarmalarına aldırmadan kafanı keseceğim. bir bokmuşsun gibi sırf adaletli olabilmek adına içimde yaşamana izin verdiğim zamanları düşüneceğim gözlerimin önünde ölürken. pislik...

17 Şubat 2006

14 Şubat 2006

ispanyolca öğrenmeye çalışıyorum. anlıyorum biraz ama konuşamıyorum. bana zor geliyor.
bugün sevgililer günü. artık ne demekse. efendim böyle bir güne insanların inanıyor olduklarına inanamıyorum. birisi diyor ki sevgilinize siz istediğiniz zaman değil biz size söylediğimiz zaman hediye alacak ve onu önemsediğinizi göstereceksiniz ve herkes tamam, olur diyor.

efendim, tükettiğimiz yetmiyor mu? anlamıyorum sistem neye göz dikti? yani bizi köle gibi çalıştırıp kazandığımız tüm parayı da onların istediği yerlere ve dayattıkları şekilde harcamamızı istiyorlar.

yukarıdan bir ses devamlı bizi kontrol etmeye çalışıyor.

hey sen! bak sen bu ayakkabıya bayılırsın. eğer satın alırsan kendini böyle bok gibi değil biraz daha az bok gibi hissedeceksin!!!

aha bunu almak zorundasın, bunu almak zorundasın. eğer almazsan ahmaksın. üstelik bu fiyata, üstelik binikiyüz ay taksitle

eğer bu pantolonu giyersen, çok cool görüneceksin. vayyyyyyy diyecekler ne serseri be!! (kimsenin serseri olamayı totosu yemiyor, herkes görüntü peşinde)

hepimize kartondan birer kişilik kestiler, bizde tak çıkar oynuyoruz tabi onların buyrukları doğrultusunda.

üstelik kimi nasıl seveceğimize, sevgimizi nasıl göstereceğimize de bu götler karar veriyor. hadi be!!! işte benim sevgililer günü yazım budur. isteyen istediği gibi faydalanabilir.

10 Şubat 2006

şimdi mesnevi'yi okumaya çalışıyorum. yani mevlana'nın kişiliğini , şemsle olan muhabbetini çok önemsiyorum ama mesnevi okunması zor bir kitap oldu benim için. daha önce birkaç kez okumaya çalıştığım halde hep bir kenara bırakmış idim. fakat bu sefer kararlıyım diye her elime aldığımda üstelik...ama şimdi kararlıyım. neden okumak zor geliyor anlayamıyorum. öyle saçma şeylerle doldu ki beynim, içim , basitin içindeki o güzelliği, yüceliği kavramakta zorlanıyor ve basitten hemen sıkılıyor.

aslında itiraf edeyim mevlana'dan çok şems'in söylediklerini, düşündüklerini merak ediyorum. şems ile mevlana'yı birbirinden ayırmak mümkün değil tabi.

kişiliğimin birisi kaosu ve içindeki düzeni alabildiğine destekliyor, bir diğeri ise basit olanı ve onun içinde varolan, o küçük modeli destekliyor. her ikisi de bir yana çekmeye çalışıyorlar beni. bu ara kazanan kaos zannediyorum ama gönlüm hep basit olandan yana.

07 Şubat 2006

bu aralar heryerde kurtlar vadisi ırak konuşuluyor. efendim söyle olmuş, böyle olmuş, yok türk rambosu yaratılmış, efendim öcümüz alınmış, tüm kütlemiz hepbir ağızdan tüm yüzeysel duyguları ile buradayız diyorlar. herkes sahip çıkıyor filme sanki onaylamamak ya da dahil olmamak bir günah gibi davranılıyor. tüm siyasiler gitti filme. bir milliyetçilik havasıdır esiyor tam da filmin içinden içinden. herkes ben de buradayım, ben de buradayım, ben de sizdenim diye gözümüze gözümüze sokuyor.

bu akımın çekiciliğine dayanamadık ve biz de dün ailecek 'kim polat alemdar' oyunu oynadık. polat alemdar hanginiz diyor birimiz, diğeri benim diyor, işte o yüce kişilik benim. sarı'yı da kattık aramıza. o da polat alemdar olmak istedi. onun da hakkı, değil mi? hatta henüz filme gitmediğimiz halde ırak'a gittiği sahneyi televizyondan izlediğimiz kadarıyla canlandırdık. süper oldu valla. hepimize iyi geldi. damarlarımızda ki o gücü hissettik hepimiz. sonra kolibasili the gerçek, uzaya seslenip yardım çağrısı yaptı. çıkarın bizi buradan! dedi.
dün akşam. vapur iskelesi yine. sigara, bekleyiş. çakmak satıcısı çocuk. çocuk dediysem 16 - 17 yaş. çakmak diyor. yok diyorum. bir daha. bu sefer daha güçlü yok diyorum. iyi bok yiyorum.

başka birine gidiyor. çakmak diyor. yok diyor adam. abi anlatamadım herhalde diyor. ayakkabım su alıyor, hava bok gibi soğuk, çakmak diyorum diyor. adam çakmak alıyor. sonra çocuk bir türkü tutturmuş geçiyor önümden, türküsü tuhaf, çok acılı değil hatta biraz pop gibi söylüyor,şunları duyuyorum içinden sadece, adaletini skeyimmmmmmmm dünyaaaaaaaaaa viyviyy.
dün. firtinada evden vapura yürümeye çalış. şemsiyeyi parçala. tam vardım sanarken iskelenin kapılarının burnunun üzerine kapansın. hadi geç kalmayayım. taksi. oha trafik. en fazla 100 metre sonra kilit. 25 dakika sonra, abi sen beni yeniden kadıköy iskelesine bırak, vapur olayı. ilk kaçırdığım vapurdan iki sonraki vapur bu. neyse taksiden iniş. elimdeki çanta ıslanmış , paramparça. içindekiler etrafa saçılır. vapur iskelesinin önünde bir kadın çığlık çığlığa, ne korkunç bir gün bu, daha yeni başladı üstelik , ne zaman bitecekkkkkk. biri der, sakin olun, verin şemsiyenizi tutayım, toparlanın sizde. asfalta dökülmüş yoğurdum. iğrenç görüntü. toparlanma. vapur. daha bir sürü üstüste şey. önce sinir bozucu geliyor sonra komik.

05 Şubat 2006

hiçbir şeyi takmayan birinden, herşey için endişe duyan bir insana ne zaman dönüştüm hatırlamıyorum. sadece endişe de değil üstelik, herhangi bir fikir ne kadar basit olursa olsun , günlük hayatla bile ilgili olsa, kafama korku tünellerinden giriş yapıyor önce. nedir benim böyle içimi dışıma, dışımı içine çıkaran şey anlamıyorum.

tamam diyorum sınırlarım kalkıyor, korkularımın ve endişelerimin belirlediği dünyamın sınırları yavaş yavaş kalkıyor diyorum oysa hep tel örgülerimi kaldırıp birkaç adım öteye kurduğumu farkediyorum. bunları yaratan da öteleyen de, takılıp yaralanan da benim oysa. kendimi ne zaman kendi halime bırakacağım? çok merak ediyorum.

02 Şubat 2006

otobüste geliyorum. tabi herzamanki gibi otobüs şöförü kendi şahsi yarış arabasını kullanıyor gibi kullanıyor otobüsü. efendim elli yaşlarında bir beyefendi söylenmeye başladı. hatta hayvan falan bile dedi şöföre. takmıyor tabi. beyefendi yolculara da söylendi bu arada, hiç sesiniz çıkmıyor diye. e amca sen böyle söyleyince sesimizin çıkacağı varsa da çıkmaz artık. yani hem provakasyona açık ruhumu ateşliyorsun hem de başkasının sözüyle hareket etmeyen kişiliğime de iğneyi basıyorsun. kısacası şöföre ben de kızmak istiyorum ama o amca bu hareketiyle beni engelledi. büyük bir ızdırap ve utanç içinde geçen bu yolculuk tam bitmek üzereyken amca yaklaşıp " kusura bakmayın. sabah sabah kabalaştırıyorlar insanı" dedi ve biraz olsun gazımı aldı.