31 Mart 2006

yazabilecekmiyim, o sabrı gösterebileceğim bilmiyorum. yazmak istediğim birkaç şey var.

şenol'un da bir web sitesi varmış. linkini ekledim sayfama. oğlu bulut, eşi emek'le maceralarını, hayata dair düşüncelerini, başından geçmiş olayları hikaye kıvamında, güzel bir dille yazıyor. kendisinin sayfasına da yazdım; dilinden , anlatımından dolayı kendisini çok kıskandım. ben birşeyleri anlatmak, hem de böylece kafamda toparlamak amacıyla yola çıkıyorum her defasında, kafam öyle karışıyor ki, hep anlatacaklarımı yarım bırakıyor, üstelik kendimi doğru düzgün ifade edemiyorum. yazarken kendim olamıyorum, ama yazarak bunun üstesinden geleceğim, gelmek istiyorum, bu kadar kontrollü biri olmak çok hoşuma gitmiyor, çok fazla zarar vermeden, kendimi yıkmak ve bazı şeyleri yeniden inşa etmek istiyorum. basiti, kontrollü halimden nefret ediyorum, değiştireceğim.

şenol benim üniversiteden arkadaşım, gülmece topluluğuna, ben de çok yetenekliyim, karikatür de yaparım, komikte yazarım (ne demekse!) diye girmek için kandırdıklarımın arasında olanlardan. şenol üniversiteyi uzattı mı bilmiyorum ama ben hazırlıktaydım onlarla tanıştığımda, onlar herhalde üçüncü sınıfta falanlardı. gülmece topluluğunda tek kız olmamın avantajıyla ve belkide zamanla karikatür çizemediğim anlaşıldığında başka işler yapabileyim diye bana başkanlık bile yaptırdılar. topluluğun isminin gülmece içermesi dolayısıyla herhalde, herkes acayip gevşekti. hep gülünecek birşeyler vardı ve evet tabu yoktu. yani bu insanların tabuları azdı, beni en çok çeken şey buydu herhalde. tek kız olduğuma aldırmadan gittikleri kerhanelerden, spermden, ereksiyondan falan çok rahat bahsedebiliyorlardı. yoksa bu erkek muhabbetiydi de ben mi abartmıştım; tabuları yok diye. neyse bilmiyorum. bildiğim şey yanlarında kendimi iyi ve rahat hissettiğimdi.

şenol ve kayı ( kendisinden sonra bahsedeğim) bana abilik bile yapmaya başlamışlardı. hatta topluluk içinden çıktığım bir adamı onlardan saklamak zorunda kalmıştım. öyleydiler yani. aslında ikisiyle de ilişkimiz nasıl ilerledi bilmiyorum ama hep vardılar. ben üçüncü sınıftaydım mesela, bunlar mezun olmuşmuydu hatırlamıyorum ama hep vardılar. herhalde ben okuyordum, bunlar işe girdi. çünkü benim paramın olmadığı dönemde bunların parası vardı diye hatırlıyorum.

sonra evlendiler. şenol, çok sevdiğim , süper orjinal bulduğum emek'le evlendi. emek çok sade ama o kadar sade birinden beklenmeyecek kadar şaşırtıcı, süprizli biriydi. evleri oldu, üstelik evleri olduğu için artık hertürlü organizasyon yapabiliyorduk. çok sık buluştuğumuz söylenemez ama buluştumuzda hep güzel geçiyordu zaman. kayı'da evlendi. hatta ben düğününe gittim. üstelik benim pantolonumu ve tshirtümü giyerek gelen erkek arkadaşımla. onlar beğenmediler, beğenmediklerini de hep belli ettiler, üstelik aramızda alınma ve kırılma diye bir şey kalmadığı için, zaman zaman dalga geçerek, zaman zaman saçma sorular sorarak belli ettiler sevmediklerini. ama hani ben de asiydim. kim takardı onları, abi gibi birşeydiler ve abiler böyledir, fazladan endişelidir.

sonra ben istanbul'a taşındım ama bitmedi ilşki, emek o sırada hamile kaldı. bu inanılmaz birşeydi, çünkü onlar çocuk yapmayı düşünmüyorlardı, üstelik bana göre emek anne , şenol'da baba olamayacak iki insandı. burada bir yetersizlik durumundan bahsetmiyorum, o zamanlar benim gözümde çocuk sahibi olmak eski bir gelenekti (evet böyleyim ben ne yapayım!) ve onlar çok yeniydiler ve çağa aittiler. neyse şaşırdım çocukları olacağını öğrendiğimde ve çok sevindim. ilginç olacaktı bu tecrübeyi yaşamalarını izlemek. kayı'nın oğlu toprak o zaman vardı ve esin ve kayı'nın toprakla maceralarını takip etmek güzeldi.

bulut doğdu. malesef bulut'la sadece bir defa karşılaşabildim. o zamanda kafasını tutmakta bile zorlanan, dört ayağı üzerinde gezinen bir sıpaydı.kendisini tanımaya fırsatım olmadı . bilmiyorum karakteri nasıldır, neleri sever, neleri sevmez , hayatının bu aşamasına tanık olamadım yani, ama biliyorum ileride başka bir aşamasına mutlaka tanık olacağım.

bulut acaba karakter itibariyle şenol'a mı yoksa emek'e mi daha çok benziyor. bunu merak ediyorum. şenol'un yazdıklarından sanki şenol'a benzemeye başladı diye düşünüyorum- tabi şenol kendine benzeyen yönlerini de yazıyor olabilir, itiraf ediyor çünkü zaman zaman bulut'un emek'e daha çok ilgi göstermesini kıskanıyormuş- çok sakin ve sanki algısı yüksek bir çocuk olarak hayal ediyorum bulutu, yine şenol'un anlattıklarından. şenol'da öyledir, sakindir ama ve hüzünlüdür sanki - ya da üniversitede kızların ilgisini çekebilmek için hüzün ve gizem katıyor olabilirdi kendine- , gizemlidir, üstelik kendisinden en azından benim beklemediğim fikirleri vardır. şaşırtır beni. kendisiyle herşeyi rahat konuşabilirisin, müzik dersin müzik der, edebiyat, edebiyat, sadece kadınların konuşabileceğini düşündüğün şeyleri bile... konuşabilirsin istediğini.

aradan zaman geçti, ben de büyüdüm, bunlar da kabul ettiler benim büyüdüğümü hatta. ne değişti diye düşündüm şimdi ama bulamadım. pek birşey değişmedi herhalde, tabi hayatta çok şey değişti ama bu aramızdaki şeyleri değiştirmedi. hala şenol bir soru sorduğunda ben en samimi düşüncelerimle, kendimi saklamak zorunda kalmadan cevaplayabiliyorsam çok birşey değişmemiş diye düşünüyorum. bazı insanlarla kurduğum iletişim dilini - ki bu insanlardan bir tanesi de tülü, kendisiyle de ilgili yazmak istiyorum- çok seviyorum. kendimi kendim gibi hissedebiliyorum.

yaşamın bir dili var sanıyorum, senin, senin dışındaki canlı cansız herşeyle, her düşünce ve hisle kurduğun bir ilişki var. karşılıklı bir ilişki, dışındakileri dönüştürebiliyor, kendin dönüşebiliyorsun. bir insan değil, bir canlı değilsin sen bir dilsin, bir dil yaratıyorsun aslında. bu, toz zerreciğinin o koca evrene bakmasını ve algılamaya çalışmasını sağlayan , o koca evrenin de zerreyi görmesine yardım eden bir dil.

güzel buluyorum şenol'un dilini.

22 Mart 2006


sarı
cevapçi........

bir süre sadece i harfini kullanabilecegim. bilgisayarimin klavyesi noktasiz olanini yazmamak konusunda çok israrli. anlamadim ama böyle.

geçen hafta çok boktan bir haftaydi. hiç olmayacak seyler basima geldi. ama yine de keyfim yerinde çok bozulmadi.

hala kolibasili the gerçek'e ve sari'ya tapiyorum. böyle iste. ya noktali sssss de yazmiyor bu klavye. birde isaretli gggggggggg de yazmiyor. ne oluyor yaaaaaaaaaaaaa.

iiiiiiiiii11111111111111111_____________

14 Mart 2006

bundan sonra görevimi soranlara cevapçıyım diyecegim. bugünden itibaren cevapçıyım ben. boktan bir işte herkese cevap vermek zorunda olan, herşeyi çözmek zorunda olan gtn tekiyim. ne iş yaparsın? cevapçıyım. vay be. boktan işler peşindesin yani. ne zaman bütün bunlar oldu bilmiyorum, nasıl izin verdim bütün bunların olmasına bilmiyorum, ama kurtulmak için ne çaba harcamam gerekiyorsa harcayacağım, onu biliyorum. eğer harcamazsam bir gün kendi suretime bakıp 'hakettin bunları pislik ' diyeceğim.

cevapçıyım ben.
eşitlik, kardeşlik, güzel bir dünya, uyum içinde ve medeni bir şekilde yaşayan insanlar, barış ve yine barış yalanmış. yalan bir hayalin ve ideanın peşinden bakıyormuşuz dünyaya. bunlar kutsanan değerlerimiz değilmiş. başka kutsanan değerler varmış ve benim haberim yokmuş. hayalkırıklığını anlatamam... ama ama...

bir cennet ideasından yola çıkıp düzenli akan bir gündelik yaşama razı olduğumuza inanamıyorum. sevmiyorum sizi, kurduğunuz dünyayı da sevmiyorum... en azından bugün sevmiyorum.

13 Mart 2006

haftasonu tuhaftı. kalabalık ve sevimsiz. üstelik bunlar yetmezmiş gibi sarı küstü, barışmak epey zamanımı aldı. kaçma duygusu hic peşimi bırakmadı. kolibasili the gerçek , sarı ve ben çöle doğru giden bir arabanın içinde...the gerçek'le tatil yapmaya bayılıyorum. hep mucizevi şeyler oluyor onunla tatildeyken. hayatım boyunca unutamayacağım şeylere tanık oluyorum ya da benim başıma geliyor. o yüzden en çok tatilleri seviyorum.

10 Mart 2006

ayrıca aşağıda adı geçen ihtiyarla ilgili yazacaklarım bitmemiştir. yazmaya devam edeceğim.
insana avantaj olarak görünen bazı şeyler zaman içinde ne kadar da büyük bir dezavantaja dönüşebiliyor. yaşam hergün birşey öğretiyor.

07 Mart 2006

aslında bu konuda neler yazmak istediğimi biliyor ama bir takım kanunları çiğnememek adına bunları yazamıyorum.

çocukluğumun kabusu, karabasanı kenan evren televizyondaydı. abbas güçlü, kanal d'de genç bakış diye bir programa bu insanı çıkarmış ve tabi karşısına da muğla üniversitesinden öğrencileri oturtmuştu.

biraz izlemeye çalışıyorum, protestolar olacak falan biraz rahatlayacağım diye düşünüyorum. oysa süper insan orada oturuyor ve hani gülerek falan bize yaptıklarını anlatıyor. yok canım o kadar asmadık diyor falan. asmayıpta besleyelim mi tavrında hiçbir değişiklik yok yani.

üniversite öğrencileri de bu tontoş, hafif titreyerek konuşan, zaman zaman espriler yapan ihtiyarı alkışlıyorlar. düşünüyorum, e bu çocukların anne babası anlatmadı mı bu ihtiyarın bize neler yaptığını? yani bu çocuklar bilmiyor mu? biz asla medeniyet yolunda bir mesafe kaydedemeyiz, gelecek nesillerle tecrübelerimizi paylaşmıyoruz, acılarımızı ve mutlu zamanlarımızı onlara anlatmıyoruz. asla kendimiz ders almıyor ve öğrenmiyoruz. sadece atlatıyoruz. atlatmak konusunda uzmanız biz. atlattık mı ohhhhh, bizden iyisi yok. çocuklarımıza da bunu öğretiyoruz. atlat...

abbas güçlü paşam paşam dedikçe ihtiyar eski zamanlarındaki iktidarını hatırlayıp daha da kasılıyor, açıldıkça açılıyor, sempatikleştikçe sempatikleşiyor.

sanki kendisi ve kendi ekibi değil beni çocukluğumda yanlız bırakan, dışarı bile çıkartmayan, rüyalarıma giren işkencehanelerden sorumlu olan onlar değil sanki, her gece yatarken simdi acaba kime cop sokuyorlar, şimdi acaba kime tecavüz ediyorlar, şimdi acaba kimin sırtında yaralar açıp , sigara söndürdüler ve tuz bastılar, kime kızının , oğlunun önünde tecavüz ettiler diye beni yatağa kilitleyen ve ağlatan ve korkutan onlar değil.

hep kendimi görüyorum bu sahnelerde, tecavüz edilen, dövülen, tecavüzü izleyen hep benim. karanlık zindanlar görüyorum sonra, bağırıyorsun kimse duymuyor seni, annen ve baban duyuyor ama onlarda ulaşamıyorlar sana. yorganı çekiyorum tepeme kadar olmuyor, uyumaya çalışıyorum olmuyor, olmuyor, olmuyor. korkularıma hapsettiler beni yıllarca. ihtiyar konuşuyor hala, sanki koca bir toplumun üzerinden geçen onlar değil gibi, yaptıklarını da espriyle anlatıyor. ey ihtiyar sana sesleniyorum. GÜLMÜYORUM ve AFFETMİYECEĞİM.
amcam geldi haftasonu. bir insanın zaman içinde ne kadar değiştiğine , hayatın insanı nerelere götürebildiğine şaşırdım doğrusu. kendisi benim hayatımda en sinirli insanlardan biriydi. şimdi ise öylesine sakin, bir göl gibi, sakin ve rahatlatıcı. en büyük öğretiic zaman olsa gerek.
yazmak istedigim bir kac şey birikti.

sarı süper bir yaratık olma noktasında ilerliyor ve bizi her geçen gün daha da fazla büyülüyor. kendisi bunun farkında olduğu halde çok şımarmıyor, oysa ben onun konumunda olsam neler yapardım...

kolibasili the gerçek çalışmaktan ve koşturmaktan feci halde yorulmuş vaziyette. durmuyor , durmuyor, durmuyor.

ben ne yapacağımı bilmez bir halde, bir düşünceden diğerine geçip duruyorum. sanki yeni doğmuşum da herşey başıma ilk defa geliyor , herşeyle ilk defa karşılaşıyormuşum gibi... ne , nasıl yani , olamaz, hayır inanamıyorum, böyle gerçekleştiğine eminmisin, gerçektende mi en çok kullandığım kelimeler listesinde birinci sırada yer alıyor. ikinci sırada en çok kullandıklarım ise; orada kimse yok mu? , çıkarın bizi buradan, kurtarın bizi buradan, bu dünyada yaşadığıma inanamıyorum gibi söz öbekleri.

dün televizyonda bir program gördüm. fikret hakan ve zerrin özer sunuyordu. daha öncede mihri belli'nin röportajını okumuştum. bilmiyorum belki de fikret hakan'ın papyonundan dolayı, ilk aklıma gelen, insanın özellikle yaşlandığı zaman sıkı sıkı sarılabilecegi düşüncelerinin ve inançlarının olması gerektiğiydi. insan yaşlanırken sanki bazı şeyleri daha da saklayamaz hale geliyor ve o zamana kadar karakterinizin aslında çok geliştirmediğiniz parçaları baş belası olabiliyor.